karanlık eski bir dolaba tıkıştırılan türlü eşya gibi... ya da bir çocuğun ayıp resimlerini evde kullanılmayan baca deliğine koyması gibi bişey.

12 Mayıs 2006

Benim de kanatlarım olsa ya!

Oturdu banka. Yorulduğunu hissetmişti nice sonra. Nice sonra acıktığını. Uykusunun geldiğini. Ziftlendiği sigaraların cigerlerini katranla nasıl doldurduğunu. Hatta midesi bile bulanıyordu artık galiba. Üzüldü. Demek artık kaybediyordu eski gücünü.

Güç dediği neydi ki. Sevda mı? Yok değil canım. Kendini kandırmıştı o. İnanç mıydı? İtikatsızın tekiydi. Böyle söylerdi anneannesi. Oturduğu bankın tahtaları kıçını acıtmıştı. Yere dikti gözlerini. “Şu taşın üzerinde yattığım zamanlar” diye düşündü. “Rahattım” diye fısıldadı. Az ötede oturmuş elindeki sopayla toprağı eşeleyen çocuk duymuştu. Acı acı gülümsedi. “Kaldırımın saçlarını okşardım” dedi sigaradan çatallanmış sesiyle. Hırıltılarına inat bir sigara yaktı.

Kuşlara baktı. Özgür filan değildi kuşlar. Onlara özenmekten vazgeçti. Varsın onun kanatları olmasındı. Onlar da bu şehrin tutsağıydı. Şehri de, kuşları da düşünmekten sıkıldı. Boyalı bir banka oturmuş olmaktan korktu. Eliyle sırtını yokladı. Talihsizliğe nasıl bu kadar kendini alıştırdığını düşündü sonra. Şaşırdı.

Güneş alnına vuruyordu. Arsız, bahar güneşi. Kafasının üzerinde dolanan bir sineği defeder gibi bir hareket yaptı güneşi kovmak için. Bulutların arasına girip, kayboldu. Peşi sıra gitti güneşin. Bulutların arasındaydı. Artık onun da kanatları vardı. Gökyüzünden az önce oturduğu banka bakıyordu. Yeni boyanmış olacaktı bank. Sırtının izi çıkmış tahtaların üstüne. “Rahattım” diye fısıldadı gökyüzünden. Toprağı eşeleyen çocuk kuşlara baktı. Sonra gökyüzüne… Göz göze geldiler. Bir zamanlar üzerinde yattığı kaldırım taşlarını görüyordu şimdi. Kaldırımın saçlarını okşardı, okşayamadığı kara saçların yerine. Gökyüzünde sigarasından bir nefes çekti. Püüfff! diye bıraktı dumanı. Duman koca bir bulut oldu. Neşelendi. Coşkuyla doldu içi. Kara saçların sahibinin yüzüne vuran güneşi kapatmıştı bulutu.

Sonra gökyüzünden de sıkıldı. Elleriyle yukarıyı gösteren anneannesi geldi hatrına. O’nun yanına gitti. Serindi ev. Gölgeydi. İki tane sinek odanın içinde birbirinin etrafında dönüp duruyordu. Anneannesi çorba yaptı O’na. Kucağına aldı. Sonra ninni söyledi. Oysa öğlenleri uyumayı hüç sevmezdi. Ama severdi anneannesini. Başı dizinde uyuyuverdi. Uyandığında öğle üzeriydi. Neredeyse hava kararacaktı. “Neden bu kadar güçsüzleştim yoksa söndü mü yüreğimin ateşi” dedi. Evden çıkmadan anneannesi zorla okudu, üfledi. Boğazına dolanan siyah saçları çözüp, uğurladı O’nu.

O kalktı. Yine kaldırıma gitti. Banka oturmadı. Sırtı boyansın istemedi. Yüzünü koydu soğuk taşların üstüne. “Rahatım” diye düşündü. Yine sevdalıyım. Kaldırımın yine okşadı saçlarını. Gözünün önüne bir güvercin kondu. “Benim de kanatlarım olsa ya” diye düşündü. Anneannesi okumuş, üflemiş boğazındaki siyah saçların düğümünü çözmüştü. Usandı kaldırımda yatmaktan. Artık güçlü değildi. Kalkarken “benim gücüm, sevdammış” diye düşündü.

Kahveye gitti sonra. Üstü başı toz içindeydi. Bir kahve söyledi az şekerli. Kahveci suratına bir tuhaf baktı. Üflediği bulut dağılmıştı. Alnına akşamın en mahsun güneşi vurdu. Aynı güneş katran karası saçların sahibinin de alnındaydı şimdi. Kahveyi içti bitirdi. Kahveciye para vermeden çıktı, gitti. Uzakta öbeklenen güvercinlere bir avuç toprak savurdu. Sopayla toprağı eşeleyen çocuk ağlaya ağlaya kaçtı. Güvercinlerin hepsi dört bir yana savruldu uçtu. Gitti en ıslak boyalısından bir bank buldu. Oturdu.

08 Mayıs 2006

Geceye Saklanan İncir

sehir Bir zafer çığlığı gibiydi sokakta olmak. Gece bomboş bir şehir sokağında. Nemli kaldırım taşlarıyla sevişmek üzerlerine basarken. O sırada rastladım incir ağacına. Karanlığın bir fısıltısıydı sanki. Dallarına çıkıp, daha olgunlaşmamış meyvelerinden yemek istedi canım. Dibine yuvalanmış cinlerin gazabına uğramak pahasına o kara incirlerden yemek. Ellerimi uzatmış koparacaktım ki, vazgeçtim. Gecenin sessiz ve yalnız tablosundan bir fırça darbesini söküp atmak istemedim. Yanından geçip gittim o incir ağacının. Ne kadar da soğuktu tüylü yaprakları.

Sarhoşmuydum. Değildim. Burnuma yağmur kokusu gelmişti de biraz.O olacak başımı döndüren. Kaldırımın kenarında duran genç bir fahişenin bacakları arasından sızıp geçtim. Farkına bile varmadı. Çok güzel gözleri vardı. Fahişe de değildi hem. Ben uydurdum kızın fahişe olduğunu. Belki de öyleydi bilmiyorum. Arkasına taktığı çocuklu gençli bir kalabalıkla Deli Kayhan geliyordu aşağılardan. Bir pala bıyığı vardı. Devasa cüssesi bir de. Önümden geçerken "Kayhan" diye "şşştt" diye seslendim duymadı. Tanımaz ki zaten beni. Bir Allah'ın delisi. Gerçekten deli olduğu da yok. Uydurmuşlar lakap. Boyuna hırsızlık yapar çetesiyle. Çetesi dediğim çoluk çocuk. Ama çevik oğlanlar vesselam. Duymadı beni. Umursamadı. Adı Kayhan bile değildi belki. Zaten deli olmadığı kesin. O fahişe kız da umursamadı beni, Kayhan da. Deli değil canım Kayhan sadece. Kız da fahişe değildi be. İkisi de umursamadı zaten boşver. İlerde kanalizasyon bacası var. Düşse ya oraya Kayhan. Şimdi çetesiyle çıkmıştır incir ağacının tepesine. İkişer üçer atıyodur ağzına kara incirleri.

Okuldan kaçtığımda atladığım duvar değil mi şu ilerdeki. Atlayıp beyaz bir bulutun üstüne düşmüştüm. Dirseğim sıranın kenarından kaymıştı. Gökyüzünde bulutlar vardı. Sevdiğim kız üst kattaydı. Bulut pencerenin içindeydi. Bu duvardan atlayıp pencerenin içindeki bulutun üstüne düşmüştüm. Bulut yumuşacıktı ama nedense dirseğim acımıştı. Bir de hela kokusu vardı burnuma gelen. Üst katta da sevdiğim kız.

Geri dönmüştüm de almadılardı beni okula. Kapıyı çarpıp çıkmıştım. Sonra peşimden koştu müdür. Gülerek kaçıyordum. Yaşlı şişman adamın alnından ter damlıyordu. Koşuşu da amma komikti. Büyük bir penguen gibi sallana sallana. Pala bıyıkları vardı. Kesinlikle deliydi. Ama Kayhan gibi değil. Kayhan zaten deli değil. Karanlığına kıyamadağım incir ağacına Kayhan çetesiyle dalıp, meyvelerini yer. Neyseki şişko müdür yok buralarda. Kökünden söküp atıverirdi ağacı. Sinek yapıyor derdi koku yapıyor. Cinleri yuvasız bırakırdı. Cinlerin gücü Deli Kayhan'a yeter zaten. Zarbolar çetesini darma dağınık etti diye geldi geçen kulağıma. İncirin cini tutmuş. Hıyar cinler. Bizim müdüre musallat olacaktınız siz. O olsaydı çoktan sökmüştü kraliçenizi toprağından. Söküp o kıçımıza batan sıralardan yaptırırdı.

Parkın merdivenlerine korkuluk yapmışlar. Kayıp indim bi ucundan öteki ucuna. Az daha kenardaki çimenlerin üzerine yuvarlanıyodum. Gerçi dost çimenlerdi onlar. Bir şey demezlerdi ya. Yeşil sıçrattılar üstüme. Sinirlendiklerinden değil. Eğleniyorlar akılları sıra. Güç bela uzadım oradan. Davet ediyorlar bir de cümbüşlerine. Yıl boyu yeşil keratalar. Dert yok tasa yok tabii ne olucak.
Panodaki reklam afişinin ucundan biraz koparayım dedim. Malum yeşil sıçrattılar üzerime haylaz çimenler. Tüm pano geldi elime. Panoyu sürdüm üstümdeki yeşile. Hepsi çıkmadı ama neyse. Panoyu savurdum gökyüzüne. Kenara düştü. Yerler yeşile kesti. Bereket kimse yok etrafta. Gece bomboş sokaklar. Bir de yağmur yağmış. Hapsetmiş herkes kendini evine. Benim evim yok mu? Var. Sokaklarda kimse yokken evde olmanın ne alemi var.

haylaz çimenler

Gündüzleri köşede dilenen adam var işte sokakta. Hem de para mı sayıyor ne? Önünden geçerken yüzüme baktı. O zaman tanıyor beni. Yüzüne bakıp gülümsedim, avcumu açtım. Bi avuç parayı boşalttı elime. Ne yapsam ki ben bunları. Annemin bakkala yollarken verdiği paranın üstüyle süt mısır almıştım da dövmüştü beni. Buralarda süt mısırcı var mıdır acaba. Hah işte şurda var. Avcumdaki parayı boşalttım süt mısırcının eline. Bir kaç tane para yere düştü, saçıldı. "Bu para çok" dedi mısırcı. Bir şey demeden yürüdüm. Dilenci de gelmiş peşimden. Mısırdan niyetlenecek oldu vermedim. Şamarı veretti suratıma. Kaçtım bende. Şu fahişe dediğim kızın yanına. Mısırı yiyecek hal kalmamıştı ki şamardan sonra. Mısırı kıza verdim. Gözleri kocamandı. Parıl parıl. Sevindi mısırı verdiğime. Güldü. Gülünce gamzeler çıktı yüzünde. Okuldan kaçarken atladığım duvarın önündeydik. Kızın arkasında müdür peydah oldu. Tuttu kızı kolundan. Götürecekti. İncir ağacının yanına koştum. Cağırdım cinleri. Gecenin bir vaktiydi. "Bir görse" dedim. "Şimdi karanlık tabi saklanmışsınız tabloya " dedim. "Bir görürse sabah olunca vallah billah keser kraliçenizi, sıra yapar ondan" dedim. Cinler geldi. Tuttular müdürü. Götüremedi kızı deli. Gözleri kocamandı kızın. Parıl parıl. Bir güldü sonra. Yanaklarında gamzeleri çıktı.




07 Mayıs 2006

Saygı Duruşu


34 yıl önce faşist cuntanın kurduğu darağaçlarına verdik onları. Anıları, kararlılıkları ve yiğitlikleriyle önümüze ışıktan bir yol çizdiler. Selamım onlaradır.


34 yıl sonrasının bir "Gülünün Solduğu Akşamı"nda da Erdal Öz'ü kaybettik. Feleğin cilvesi mi desek...Boğazımıza duran o hain yumruyla mı boğuşsak. Ağabey hoşçakal, yoldaşlara selam götür bizden.

06 Mayıs 2006

Monolog

-hayat bakire bir orospudur... gösterip de vermemek huyudur ezelden... ama bıkmadan harcarız tüm bayram harçlıklarımızı ona.

05 Mayıs 2006

toy bir kibrit


reddediyor artık
zaten hiç usturuplu ağlamamış
gözlerim ağlamayı
boşver diyor
taze bir fidan bul ve yaşat
bir kısa zaman önce çakılmış
toy bir kibriti
hissetmesende avuçlarında sıcaklığını
ve esse de rüzgarlar deli gibi
bırakma diyor yaşat
o küçücük zavallı
söndü sönecek
yalımı
sevdanın kuytularında
avuçlarında

zamansız düşler çiçeği

cebimde kırmızının en kan kızılı
baharın sevda şarkıları söylemek varken
katran cigaramda arkada bir günlük
kara bir sarhoş küfür
içimi oyan bitmez bir bela gibi
katran karası bir çift göz
değirmende öğütülen kahve kokusu da değil
aslında cebimde olmayan bir resimdeki
uğruna hiç bir şey yapmadığım
mahsun bakışların kan kızılı sahibi
yeşillenmiş yeni yaprakları buruşturması

ıslığımın deydiği bahar erkeni
aman yasaktır renkleri!
zamansız düşler çiçeğinin kızıllaşması
erken gelmemeliydi şu bahar
cebimde kara mı kızıl mı kestiremediğim
bir çift kara göz varken
erken gelmemeliydi şu zalım bahar
çalmam, yumruk atmam, olmadık düşler kurmam
ve zamansız düşler çiçeğini
öncemin bir çift kara gölge bahçesinden
söküp atmam
gerek!
sonraları bir başka düşün konusu
yolunacak bir başka çiçek
kızıl mı kara mı
bilmem sonralar hangi renk?



04 Mayıs 2006

İnandık Nazım Biz İnandık



Güzel günler göreceğiz çocuklar,

güneşli günler

göre-

-ceğiz...

Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,

ışıklı maviliklere

süre-

-ceğiz...

Açtık mıydı hele bir

son vitesi,

adedi devir.

Motorun sesi.

Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir

ne harikûlâdedir

160 kilometre giderken öpüşmesi...



Hani şimdi bize

cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,

yalnız cumaları

yalnız pazarları..

Hani şimdi biz

bir peri masalı dinler gibi seyrederiz

ışıklı caddelerde mağazaları,

hani bunlar

77 katlı yekpare camdan mağazalardır.

Hani şimdi biz haykırırız

Cevap:

açılır kara kaplı kitap:

zindan..

Kayış kapar kolumuzu

kırılan kemik

kan.

Hani şimdi bizim soframıza

haftada bir et gelir.

Ve

çocuklarımız işten eve

sapsarı iskelet gelir..

Hani şimdi biz..

İnanın:

güzel günler göreceğiz çocuklar

güneşli günler

göre-

-ceğiz.

Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,

ışıklı maviliklere

süre-

-ceğiz.....

Nazım Hikmet Ran

ALINAN KUPA BİR SİMGEDİR:

ÖENLİ OLAN İNANÇ VE MÜCADELE VE GÜZEL GÜNLER GÖRME UMUDUNU TAŞIYABİLMEKTİR

BU ALEMDE ÇARŞI SAVAŞA KARŞI DİYEBİLMEKTİR

SİZ AĞZINIZA ALMAYIN NAZIM'IN DİZELERİNİ:

YAKIŞMIYOR

03 Mayıs 2006

O an

"Altan kaçıncı uyarışım bak bu seni." Biraz kilolu, terinden bile gerilim yayan, telaşlı yönetmen kendine has yavşakça dalgacılığıyla saydı "bir" dedi, "iki"... İki eli belinde ekledi "işte böyle Altan, ikiye kadar sayacaksın" dalgacı sesine ustaca kattığı azarlama tonuyla ve biraz da bağırarak mı ne "yani iki saniye tutacaksın kameranın önünde o klaket denen naneyi". Altan'ın ansızın gözleri doldu. Süklüm püklüm oldu suçluluk duyugusuyla. Bir şeyler anlatmaya çalıştı, kekeledi, soğuk terler boşandı vücudundan. İyice ezilip büzüldü kendisini azarlayan yönetmenin karşısında. Kendinden epeyce güçsüz olduğundan emin olduğu rakibi yerden yere vurmaya devam edecekti yönetmen. Acımasız olması öğretilmişti çünkü ona ve hümanizm sadece filmleri tatlandırmak için kullanılan bir çeşniydi. Sahte bir babacanlık ve zoraki bir öğüt verme havasıyla, Altan'ın kulağına fısıldar gibi ama herkesin duyabileceği bir sesle "Dediğim gibi kamera kayda girdikten sonra iki saniye tut klaketi" dedi "yoksa çok söverim montajda anana bacına!"
Tüm set kahkahalarla gülmüştü. Altan'ın hayran olduğu oyuncular, ışıkçılar, kameramanlar hatta kameralar, ışıklar, üçayaklar hepsi birbirinin ardı sıra patlatıyordu kahkahayı. İbne yönetmen yine yapacağını yapmış, nakavt etmişti Altan'ı. Gün boyunca tüm set sürekli dalga geçiyor, gülüyordu sanki Altan'a. İkide bir dalıp gidiyor, gözleri ya kendisine gülen bir ışığa ya da katıla katıla karnını tutarak gülen bir reflektöre kayıyordu artık Altan'ın çekimler boyunca. Hal böyle olunca sık sık hata yapıyor, huysuz yönetmen devamlı kalaylıyordu O'nu.
Çekimler bittiğinde bir köşede hülyalara dalmıştı Altan. Bir gün çekeceği filmin hayalini görüyordu akşam alacasında. Bir beyazperde sanki gözlerinin önünde "bir gün çekeceği filmi" aralıksız gösteriyodu Altan'a. Başyapıtı, müstakil beyazperdesinde oynarken yönetmene sövüyordu içinden... "Ulan" diyordu "hep böyle mi oluyor bu pezevenkler". Gözlerinin önünde filmi hiç durmadan devam ediyordu. "Bir film çeksem ben de şunun gibi şerefsiz..." Olmam, diyordu içinden."Olmam, anadan doğma şerefsiz oluyor bazısı." Film yarıda kesildi. Gözleri kendisine doğru gelmekte olan yönetmene kaydı. "Ne yumurtlayacak yine bu piç kurusu" diye düşündü.

Yine batıyordu güneş işte. Akşamın karanlığının ulakları kapladı kaplayacak dört bir yanı. Hava da biraz serinledi mi ne? Huysuz zamanları bunlar toprağın, sokaklarda tuhaf bir sessizlik... Kederli aşıkların içkinin anasını bellediği zamanlar bunlar. Çöksen de, vurulmuşsan da yerden yere dimdik duracağın, gözlerin dolsa da ağlamayacağın zamanlar... Hava da biraz serinledi mi ne?
"Yarın gelme sen". Yürürken kendi kendine söylüyordu bunu Altan sürekli. "Ne kadar kolay" diye düşündü "bir insanın hayalleriyle oynamak. Şerefsiz züppe bir de diyor ki bunları al yarın gelme sen" Elindeki üç dört kağıt parayı buruşturup cebine atarken acı acı güldü. "Bir de zorlanıyormuş gibi yapmaz mı haspam, sanki ilk duyuyorum bunları... Ulan senin gibi ne yönetmenler gördüm ben." Bakkalın yanından geçiyordu, ansızın durdu. "Ya ilk işittiğimde bu sözleri vazgeçseydim tüm hayallerimden". Bakkaldan bir şişe şarap istedi "hesaplısından". Bakkal göz kırptı, tezgahın altından çıkardığı şarabı Altan'a uzatırken. Altan içinden "Siktir et" diyordu "çekeceği filmi de o pezevengi de" Bakkala döndü. "Biliyor musun" dedi "adam daha kamerayı nereye koyacak onu bile bilmiyor". Bakkal ansızın çekip giden Altan'ın arkasından bakakaldı.
Yağmur yağıyordu çıldırmış gibi... Gök gürüldüyor, kötü haberlere gebe fırtına kokusu sarıyordu heryeri. Babasının elini sıkı sıkı tutmuş bir çocuktu yağmurun altında ıslanan. Bir masal devinin taşan ırmakları, koca gölleri aşan ayaklarının hızına iki küçük ayaktı yetişmeye çalışan. Ama olmuyordu, telaşlı farkındalığa uyamıyordu meraklı çocuk ayakları. Çakan bir şimşeğin sesiyle aniden durdu içi su dolmuş küçük pabuçlar. Masal devinin ayakları yetişemiyodu bu kez minik zihnin cüce merakının hızına. Bir kaç büyük ve hızlı adım attı dev sevgili cüsenin ardından, ama olan olmuştu. Yetişememişti.
Altan çabucak yaklaştı kaldırımda birikmiş kalabalığa. Birkaç su birikintisinden atladı, tılsımlı bir makina görüntüsüne kilitlenmiş çocuk aklı, şimşek sesinin ardından deklanşörün çıtırıtısını da çoktan ayırmıştı. Fotoğraf makinesi görecekti Altan, o zamanı donduran tuhaf, tılsımlı makineyi bir daha görecekti. Yalnız bu sefer farklı, daha güçlü bir bir sihrin kokusunu alıyordu. Sanki daha önceden tanıdığı ama bir türlü hatırlayamadığı garip koku. Kalabalığı hafiçe yardı. Devlerin bacaklarının arasından gördü insan birikintisinin ortasındakini. O an tanıdı kokuyu Altan. Kan kokusuydu.
İri gözler kapandı. Görüntü dondu ve deklanşör sesi. Bir daha kapandı gözler. Bir deklanşör sesi daha ve bir daha katılaştı zaman. Açıldı gözler. Su birikintisinin içinde dağılan ve suya duman gibi ağır ağır karışan kan dondu. Ve deklanşör sesi ve kapanan çocuk gözleri. Fotoğraf kareleri kazınıyordu Altan'ın çocuk aklına. Kalabalığın, korkulu ve gördüklerini bir an evvel unutmak için can atan devlerin arasından koskoca yüreğiyle korkusuz bir cüce fotoğraf işliyordu kafasına. Kulağına tek tük damlayan dev fısıltılarını da yakalıyordu resimelerin arasına. "Yiğit adamdı". Fısıltıyla söylemişti bir söylemişti bir dev bunu. "Yine vurdular bizim çocuklardan birini". Orta yaşlı orta boylu bir devin sesiydi bu. Altan tam sıyrılan gazete kağıdının altından "bizim çocuğun" yüzünü çekecekti ki koluna sarılan güçlü parmakların çekiştirmesiyle irkildi. Babasının çekmesiyle öyle sarsılmıştı ki kanı kaldırıma yayılan ölünün yüzünü hiç göremedi. Açılıp kapanan gözleri, bir devin elindeki kocaman bir aletin fotoğrafını çekmişti istemeden. Kalabalığa karışıp uzaklaşırlarken Altan'ın kafasındaki son fotoğraf karesi bir cana karşılık alınmıştı. Bir cana karşılık kocaman bir...
Bir kamera... Şarap şişesinin ağzından dudaklarına değen buruk tadla birlikte düşünmüştü Altan. "Bir kamera...Bir kamera lazım bana". Yıllardır peşini bırakmayan mayhoş istekle buruşturdu yüzünü. Kontrolsüzce akıp giden zamanı durdurma ve ağzının kenarından akan şu şarap gibi yumuşakça akıtma isteği yine doldurdu damarlarını. Her şeyi boş verip, ta içinde, en derinlerde bu özlemi duymaya başlayalı çok zaman geçmişti. Ve kimbilir kaç kanlı yüz değmişti kaldırıma. Her yağmur yağdığında ve her kanlı gazeteyi ıslattığında sokakta, içini hiç silinmeyen bir is sıvamıştı sanki. Bu zehir, bu akıl almaz kaldırım, kan, yağmur ve hiç bilinmeyen yüzlerin kirli yığınağını temizleyecek, bu pisliği dünyaya yani ait olduğu yere kusacak tek bir yol vardı Altan için. Yıllar önce karar vermişti buna. Yıllar önce... O yanlışlıkla çektiği, genç bir ölü yüzünün karşılığında sahip olduğu koca makina fotoğrafının bir kameraya ait olduğunu öğrendiği günden beri... Artık dönüş yoktu. Çocukken gözlerinin korkusuzca ölümsüzleştirdiği kareler gerçek fotoğraf kağıtlarına basılı olsaydı çoktan bir ateşin içine negatifleriyle birlikte atar, arkasına bakmadan kaçardı Altan. Ama olmazdı. Kaçış yoktu. O fotoğraf karelerini ruhuna kazımıştı. Ruhunu da götürüp ateşe atmıştı ama yanmadı Altan'ın ruhu. Kapkara silinmez bir is olup, geldi O'nun içine sıvandı.
Yaz ortasında işsiz ve güçsüz ve aylak olmaktan daha kötü bir şey varsa dünyada o da işsiz ve güçsüz ve çaresiz insanların had safhada olduğu bir bir ülkede yaşamaktır. Yüzbinlerce işsizin harcanmaya fırsat bulamayn yaratıcı gücü samyelinin getirdiği toz gibi kaplar her yanı. Ve her biri boğulurken birbirinin ter deryasında; bazen kan, bazen irin, bazen alınteri olmayan ter ve bazen de -ki en tehlikelisi budur- geceden daha karanlık fısıltılar dökerler şehre. Şehir şişer, patlayama hazır bir ağu kesesi gibi ve artık sığmaz olur zehri içine, taşmaya uygun bir iğne deliği arar durur tüm bunaltısı sokakların.

Tetiği çeken bir polisin aklında ödeyemediği kira borcu ve karısının sabahki dırdırı vardı. Ayrıca hava müthiş sıcaktı. Silahını ateşleyenlerden bir tanesinin aklına kahvede kumar oynarken yediği dayak gelmişti. Yine böyle kavurucu bir sıcak vardı o gün. Bir tanesi açtı sabahtan beri. Bu sıcakta da bir şey yenmiyordu ki. Çekivermişti tetiği. Sonuncusu yeni polis olmuştu. Ölümden korkuyordu çok. Diğerleri ateşleyince silahını panikle basti tetiğe. Sıcaktan ve belki korkudan daha çok sırılsıklam tere batmıştı.
Namluların ucundaki boylu boyunca serildi yere. Kanı yerlere saçıldı. Engebeliydi şehrin yolları. Kanı en yakın kanalizasyon bacasına kadar hiç durma aktı.
Yağmur falan yağdığı yoktu. Üzerine gazete kağıdı örtmeyi nice sonra akıl ettiler.
Hazır...Kamera...Motor! Vizöre ilk kez gözünü dayadığında aklından hiçbirşey geçmedi. Hiçbir şey düşünmedi Altan. Usul usul çıktı kapıdan. Siren sesleri geliyordu bilinmedik bir yerlerden. Bir göz odalı kutu gibi evinin kapısını kilitledi. Avlunun dışından gelen sesleri işitmiyordu bile. Evin avlusunu çekti kısa bir sürer acemice. Lensden vizöre gelen oradan da gözüne saniyede kimbilir kaç kere gelen fotoğrafların hepsini kazıyordu beynine. Akıp giden kareler, ağzının kenarlarından sızan şarap gibi yumuşakça taşarken dışarı, sanki damarlarında kan değil, "o an" akıyordu. İçindeki o her yere sıvanmış kapkara is, ağzının kenarından akan bir kaç damla şarap gibi toprağa damlayacak ve damarlarında akan "o an" yapışıp içindeki tüm zehre akıp gidecekti sanki birazdan. Hiçbir şey işitmiyordu artık Altan.
Sakince açılan avlu kapısından, "elinde tehlikeli görünen bir makinayla 24-25 yaşarında orta boylu, zayıfça bir adam" çıktı. Sıcaklık "mevsim normallerinin üzerindeydi." Zanlı dur ihtarına uymayınca 03-380 no'lu ekipçe zanlıya ateş açıldı."
Hiçbir şey işitmiyordu artık Altan. Gözü vizörde, aklında durmadan akıp giden kareler... Polislerin dördünü de en ince ayrıntısna kadar çekti. Bıyıkları, kolları, şapkaları ve ileri uzattıkları devletin namluları... Birinin yüzündeki boncuk boncuk terle, elinde titreyen silahını aynı kadraja sığdırdı. Bir adım, bir adım daha, nakış gibi işledi. Polislerin gittikçe telaşlanan yüzlerini çekti. Sonra bir sarsıldı. Düşmedi ama, çekmeye devam etti. Bir kurşunu tam namludan çıkarken yakaladı. Yere düşen boş bir kovana baktı sonra uzun süre vizörden ve aniden bir yıldırım gibi yere yığıldı.
Yeniden işitmeye başlamıştı, yerde uzanmış kanlar içinde yatarken Altan. Ve hala görebiliyordu. Etrafına bir kalabalık toplanmıştı. Bu kez kalabalığından belinden aşağıda, yerde yatıyordu. Ve artık gözleri kapanıp açılmıyordu. Etrafta deklanşör sesi de yoktu zaten. Bir sürü kocaman kamera vardı. Altan'ın gözleri de açılıp kapanmıyordu artık. Saniyede bir dolu fotoğraf çekebiliyordu artık gözleri. Aynı şu kalabalığın içindeki son model kocaman kameralar gibi. Bir süre kimselere çaktırmadan çekti etrafı. Sonra anlamış olacaklardı ki getirip gazete kağıdı serdiler gözlerinin üstüne. Çekemiyordu artık hiçbir yeri. Olsundu, zaten akmıştı içinin bütün isi.
...Evet sayın seyir ... akılalmaz olay ... yaşandı ... dur ihtarına ... uymayan ... işte hırsızın ... çaldığı kamerayla çektiği ... ilk ve son görüntüler...
İlk ve son filmini çekmişti Altan. Ve hemen hepsi plazalarda oturup, beleşe yayınlamışlardı bu filmi. Bir yönetmen olamadı yine de Altan "onların" gözünde. O'nun için en güzel ünvanı akşam evde yapacağı kapuskayı düşünen, sarı saçlı, koca ağızlı ve bol makyajlı spiker kız bulmuştu. "Hırsız" deyivermişti. Sevindi Altan. "O an" ı kamerasıyla yakalayıp hiç bir zaman kapuska yemeyen çocuklara armağan etti.

02 Mayıs 2006

Senin Öykünün Boşlukları


Ucu iyice kısalmış kurşun kalemiyle "deli saçmaları" yazdıktan sonra oldu herşey. Kapkalın ve neredeyse okunamayacak bir yazıyla "YAZAMIYORUM!" diye bitirmişti deli saçması dediği şeyi. Balkona çıktı, sessizce bir sigara yakıp sokaklara baktı.
"Dibinde beklediğim bu kuyudan çıkışın yazmaktan tarafa düştüğünü sanıyordum uzun zamandır. Çıkmıyor hiçbir yere. İnsanların çok derin olduğunu düşünüyordum. Değiller galiba. Hep sıradan insanların "derinliğine" dair hikayeler yazdım ve basit görünen yüzlerden, silüetlerden farklı ve asil öyküler çıkacağını savundum durdum ona buna... Ben kim oluyordum ki... Nereden biliyordum insanların göze görünenden farklı olabileceğini? Bitti işte. Yazar olmak -ya da yazıyor olmak- böylesi içten içe övünülebilecek bir şey miydi ki sanki? Sıradan insanların farklı yaşamlarını anlatmaya kendimi adamış ben, bunca zamandır kendi sıradanlığımı nasıl oldu da fark edemedim?"
Uzun balkonunda bir aşağı bir yukarı yürüdü bunları düşünürken ve hızlı hızlı içti sigarasını. Delirmekten korkuyordu böyle zamanlar. Ansızın... Geceleri tuhaf düşünceler kapladığında benliğini... Ansızın... Kaldırıp tüm yaşamını, hiç yaşanmamış gibi şu uzun balkondan aşağı atmaktan korkuyordu. Tıpkısının aynısı bir portre çizemeden, anlamı kendinde saklı karartılar çizmeye başlamış bir ressam gibiydi. Dengesini bozacak kadar renklerin, oynuyordu onlarla.
"Kimselerin doğru düzgün okumadığı bir çağda yazar olmak da neyin nesi hem? Bir de içten içe hep övündüm durdum bununla ha. Birilerinin yazılarımı okuyacağı günleri düşledim durdum. İnsanların okumaya artık ihtiyacı kalmadığını ve yazmanın de ilkel bir uğraşı olabileceğini hiç düşünmemiştim. Şimdi düşünüyorum ama... Hem benimki gibi yazarlık anlamsız ve gereksiz de."
Sigarasını söndürmeden, karanlığa doğru savurdu. Rüzgar kendinden yana esiyordu. Ufak ateş parçaları üzerine savrulup yaktı orasını burasını. (Tam burada öykü yazarı yatırıp uyutmayı düşündü balkonda sigara içen adamı, vazgeçti.)Balkonda, eli boş düşünmeye devam ediyordu.
"Neymiş efendim, bir insan görüyormuşum, bir yüz, hareket, kimi zaman bir karaltı. Sonra o basit ve tekdüze yansımadan başkalarının göremeyeceklerini görüp, bir öykü çıkarıveriyormuşum. Basbayağı yalan, uyduruyorum işte. Hiçbir şey gördüğüm de yok diğer insanlardan başkaca. Budalaca kendimi de inandırdım durdum bu saçmasapan düşe."
Şehrin bomboş sokaklarından birine baktı.
Herkes uyuyordu, ama şehirde hiç sönmeyen bir kaç ışık da vardı. (Yazar burada duraksadı, adama ne yaptıracağını bilemedi, kendi yatıp uyumayı düşündü, vazgeçti.) Bir sigara daha yaktı. Bu gece de güneşin doğuşunu buradan izleyecekti galiba. Çıkış yolunu yitirmişti. Uyumak için önce biraz yazması gerekliydi, ama bu mümkün değildi şimdi. Sigarasından derin bir nefes çekti.

"Misal bir simitçi gördüm sokakta. Hüzünlüydü gözleri... İşte yalanlarımla doldurup, kirletmeye uygun bir insan yüzü yazarım şimdi... Yok efendim simitçinin köyde sevgilisi varmış da eskiden... Bir de yaşlı olsun simitçi... Yıllar önce yitirdiği sevgilisine hayıflanırmış simit satarken... Ulan hıyar, düpedüz uydurdun işte. Sokakta simit satarken hüzünlü bakan adam yaşlı değildi bir kere. Hem sevgilisine kederlendiğini ne bildin. Büyük ihtimal hasılatı kurtarmadı bugün sattığı, ondan böyle öksüz gibi bakıyor. Ya da ne bileyim, belki de anası hasta."
Kendi kendine hiddetlendi. Ardı arkasına bir kaç kere öksürdü. (Niye öksürttüm ki adamı diye tam burada düşündü yazar.) Sisin içinden güçlükle ışıyan aya baktı. Öksürüğü kesilmişti. Bir şey aramıyormuş gibi yapan gözlerini yine yollara dikti.
"Ne hakkım var be! Gri insan silüetlerinin içini öyle cascavlak, yapış yapış boyayla doldurmaya. Küçükken boya kitaplarım vardı birkaç tane. Annemden az papara yemedim o zaman da "neye ağacın içini çingan pempesiyle doldurdun" diye. Şimdi azarlayan da yok. Ne biçim utanmazca, arsızca dokunuyorum insanların namahremine. Hiç bir etkileyiciliği olmayan basit suretleri, ilgi çekici figürlere dönüştürüyorum, ama niye herşey enteresan,gizemli ve merak uyandırıcı olsun ki. Bırak simitçinin gözlerindeki hüzün, simitçinin gözlerindeki hüzün olarak kalsın."
Gözleri artık rol yapmayı bırakmış, telaşlı bir çabuklukla tarar olmuştu boş sokakları, "sıradan bir an" yakalamanın umuduyla, ama kulaklar daha çabuk davrandı. Ta uzaktan gelen basit meyhane şarkısını tanıdı adam. Gözler hemen, sesin yaklaşmakta olduğu yöne baktı. Ses yaklaştı, yaklaştı. Bir bölümü görünen yokuşun başında arabanın belirmesiyle kaybolması bir oldu. Gecenin bir vakti, herkesler uyurken, karanlığın içinden sesi sonuna kadar açılmış bir teyp, eski ama tanıdık bir meyhane şarkısı ve arabayı kullanan insan... Gözler aradığını bulmuş -hoş, arabayı kullananı görememişti bile- kulakların duyduğu da işin tuzu biberi olmuştu. Elinde yarılanmış sigarayı bir hışımla savururken küller yine elini yaktı. Anında içeri fırladı. Uzun zamandır açmadığı kurşun kalemini, uzun uzun açtı adam. İlk bir kaç cümleyi hızlı ama çok muntazam, okunaklı yazdı.
"Ne yapıyorum ben yine. Arabasındaki teybin sesini sonuna kadar açmış yolları arşınlayan adamın öyküsündeki boşlukları dolduracağım. Hadi oradan, neymiş onun öyküsünün boşlukları? Sen kendi öykündeki boşlukları, hadi onu geç "kendi öykünü" biliyor musun ki? Yani şimdi, biraz önce seni öyle balkonda sigara içerken gören, senin gibi bir gerizekalı "senin öykünü" yazmaya oturduysa... Nasıl dolduruyordur acaba senin boşlukları." (Öykünün yazarı "kendi öykü karakterimizden de hakaret işittik ya, artık yatıp uyumanın vakti geldi" diye düşündü tam burada. "Şu tuhaf herifi de yatırıp uyutayım da, daha çok söver sayar yoksa bu bana.")
Bir an duraksadı. Kalemin ucunu deftere bastıra bastıra eritip, kalınlaştırdı. Yazmaktan vazgeçti. Kalktı ışığı söndürdü. Koltuğun üzerine uzandı kaldı. Uyumuştu.