karanlık eski bir dolaba tıkıştırılan türlü eşya gibi... ya da bir çocuğun ayıp resimlerini evde kullanılmayan baca deliğine koyması gibi bişey.

18 Haziran 2007

bacadeligi... nedir ki?

önceleri amacı üzerinde kestane patlatılan, portakal kabuğu közlenen o şirin sobadan çıkan dumanı dışarı salmak olan ama zamanla yeni bir işlev kazanıp saklanacak, biriktirilecek ve ebeveynlerin görmemesi gereken şeylerin zulalanması için mükemmel bir olanak haline gelmiş delik.

eskiden mazbut ve biraz da huzurlu ev ortamını, geniş aile muhabbetlerini taşıyan biraz da tasavvufi bir odakken modernleşen dünyada kirli işlerle uğraşan, zaman zaman soft porno sektörüne hükmeden ve kara para (s)aklayan bir şer yuvasına dönüşmüştür.

derseniz ki daha önce de bu tip işleri üstlenmemiş miydi bu delik? evet zaman zaman annelerin ev ekonomisini sağlam temellere dayandırmak yani kara günler için biriktirdiği paralara, evin ergen delikanlısının porno bile denilemeyecek karılı kızlı mecmualarına evsahipliği yapmış da olsa, tüm nostaljik gerçekler gibi o icraatları da kirli sayılamayacak pembe anılardır olsa olsa. yazın zulaladığı sigara paketinin kış gelince sobayı kuran baba tarafından bulunmasından sonra asıl işlevi kışın yakılıp ısınılmak olan odunlardan en kallavisiyle dövülen delikanlıya göre mına koduğumun deliği'dir orası ayrı tabi.

16 Haziran 2007

"kap"lar

kıvamı suya yakın
bir harç gibiydi hayatım
şeklini almaya çalışan
içine dolduğu her kabın
gün geçtikçe kaplar ve şekiller azaldı
özlem ve kavga kapları kaldı geriye
dimdik yukarı kaldırdığım parmaklar gibi
iki tane

biri onun kabı
biri gelecek güzel günlere yürüyen yollarım
eğilip bükülmekten kurtuldum böylece
ikiye bölüp yüreğimi
o kaplara katık
betonlaştırabilirim artık

10 Haziran 2007

Başka Çare Yok (Devinim)

Bu acının filmini çekemeyeceğim. Neden bu kadar acıyor,sancıyor bilmiyorum. Hayatımda böylesini de hiç yaşamadım. Hareket etmemi bütünüyle engelliyor sanki. Kendimi doyurmamı, soluk almamı ya da herhangi yaşamsal ihtiyacımı. İşin ilginç tarafı ortada acı vermesi gereken hiçbir şey yok. Laf arasında kovulmuşum. Bozguna uğratılmışım. Birileri sanki hiç görünmeyen bir hançeri sırtıma saplamış. Beklemediğim tarafımdan almışım yarayı, hançeri orada bırakmış içime kanıyor. Oysa o hançeri saplayan ilerde içimde çevirecek o hançeri. Söküp atsam öyle bir parçamı kaybedeceğim ki hem de. Söküp atmamın olanağı yok. Biliyorum ancak saplayan sökebilir o hançeri.
Ama önce acımasızca zorlaması lazım. İçimde durmadan kanırtması lazım onu. Sonra tüm gücüyle içeri ittirmesi gerekecek. Hayır bana bir şey olmaz. Olmayacak da. Sadece canım yanacak, gözlerimden yaş bile gelmeyecek. Neden bilmiyorum. Gözyaşlarım neden kurumuş. Hiç ağlayamıyorum. Bazen ağlamak için kendimi zorladığım gözlerimi olanca gücümle yumduğum oluyor. Ancak yüzüm buruşuyor, ciğerlerimden eziliyor gibi kesik ve ince hırıltılar geliyor. Öyle ince inleyişler ki kimseler duymuyor gece yarılarında bile.
Oysa canım nasıl da yanıyor. Bir bilebilseniz. O acıyı siz de hissetmek istersiniz ve hiç acımazsınız bana. Belki hançeri saplayan da böyle. Biliyor ki o hançeri çıkarsa geriye hiç durmamacasına kanayan bir çocuk kalacak. Sızıların hep ince ve sürekli devam ettiğini görmüştüm. Ama bu öylesi değil. Sürekli ve devasa bir sancı. Kimileri midem delinecek gibi oluyorum. Ve artık bir isim koymak istemiyorum buna. Aşk değil. Böyle bir şey olmamalı aşk. Kesinlikle başka bir şey. "Biri için" değil, o birine yanıyorsun. Anlatmak öyle zor ki. O'na dokunabiliyorsun. Saatler birlikte geçebiliyor. Birlikte gülüyorsun. Kızıyorsun ona. Sonra hemen geçiyor. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı kıskanıyorsun. Sonra durmadan ellerine bakıyorsun. Ellerini inceliyorun. Aklından beyaz geçiyor, hamur geçiyor, belki un ve devinim geçiyor aklından. Hiç bitmeyen capcanlı bir devinim. Sanki sonsuza kadar sürecek gibi geliyor o devinim. Çimenleri okşayacak, sigara yakacak, sesleri sıraya dizip salacak ortaya ve belki de sevgilisinin saçlarına dokunacak. Oysa hiç birinde orada olamayaksın sen. Senin orada oluşun o beyazlığı, una bulanmış hamuru ve o devinimi görebildiğin kadardır. Kaldı ki çoğunlukla göremiyorsun. Bir sen sikayetçisin bundan hem de başkası değil.
Elleri bile şaşıracak belki onca kafana yediğin balyoz gibi sözlere, siktirin en kibarından [evet en dokunaklısı o oluyor nedense] en kabasına kadar hepsini duymuş olmana rağmen gitmeyişine, gidemeyeşine. İşte o zaman siktirler olağanlaşacak. Nasıl olsa gitmiyor bu hıyarağası diye. İçine dolanı jiletlerle kazımak istersin o zaman. Boğazından bir usturayı daldırıp, içinde onun yanındayken ılıklaşan ne kadar yer varsa hepsini tek seferde böyle kabağın içini oyar gibi kazıyıp kanlı ve parça parça söküp atmak isteyeceksin. İçinde ısınmayan hiçbir zerre olmadığını farkedeceksin. Geriye senden birşey kalmayacağını yani. Geriye kalan herneyse ona küfredeceksin ağız dolusu. Yine ağlayamayacaksın. Yine gidemeyeceksin.
Artık dayanamamak isteyeceksin. Serde ne varsa hepsinden vazgeçip, bir daha doğrulamamak üzere yüzüstü yatmak yere. Dayanma gücüne sen de şaşıracaksın. İçine dolan ne kadar karanlık varsa neredeyse o kadar da aydınlık olduğunu farkedeceksin. İçine doğanlar gerçek olmayacak hiçbir zaman. Neleri kaybettiğini bile hesap edemeyeceksin. Kaybettiklerin asla geri gelmeyecek. Zaman geri dönmeyecek ama pişman olmayacaksın. Kayıtsızlığına şaşıracaksın beyaz ellerin. Bir yandan sevineceksin. Bu yazdıklarımı bilse neyi değiştirecek diyeceksin. Sevginin kazanılacak bir şey olmadığını. Vazgeçmemeyi öğreneceksin. Gel gör ki elinden bir şey gelmeyecek. Bu yüzden içine doğan her neyse onu gerçek yapmaktan başka çaren olmayacak. Yanımda olsan ne olacak yani dediğinde, içine doğanları anlatamayaksın ki ona. Ben gitmekle kalmak arasında sıkıştım diyemeyeceksin. Gidersem bir daha göremeyeceğim seni. Bu yüzden önemli senin yanında geçirdiğim zamanların bir saniye bile daha kısa ya da uzun oluşu. Uzatmak için sen herşeyini vereceksin. Benliğini, değerlerini, o piç dünyada seni vareden herneyse onların belki tamamından belki bir kısmından vazgeçeceksin. sadece bir kaç dakika daha fazla görebilmek için onu. Sadece bir kaç dakika daha ona yakın olabilmek için. O tüm bunları neden yaptığına anlam veremeyecek ve işin acısı sen varoluşundan vazgeçtikçe her seferinde biraz daha küçüleceksin, ayakları altında ezileceksin onun. Ve belki o sana göre dünyanın tüm iyilerini üzerinde toplamış insanın, bundan nasıl da zevk kaldığını farkedeceksin. O zaman dünya tersine dönmüş gibi gelecek sana. Zaman da tersine döndüğünden örtemeyecek yaraların üstünü. Tam tersi derinleştirecek hançer yarasını.Onun aslında aklının ucundan geçemeyecek kadar, her insan nasıl bir kötülük taşırsa içinde hiçbirinden aşağı kalmadığını farkedeceksin ve kabulleneceksin. Hançeri söküp atmana ve yerinden kalkıp doğrulmana yoluna devam etmene yetmeyecek ama bu.
Çokca olduğu gibi bu yolculukta, son sürat giderken atlamak isteyeceksin. Yapamayacaksın. İçine doğan neyse onun gerçek olması için beklemen fayda etmeyecek. Sen gerçekleştireceksin. Tüm varlığına varoluşuna bir anda bütünüyle dört elle sarılıp, varoluşunun önemli bir kısmını geride bırakmaya cesaret edebileceksin. Hayallerinin peşinden gideceksin. Gerçek olmasını en çok istediğin hayalini bırakmayı göze alacaksın ama. Kendini öldürmeden ölüme gideceksin yani. Gözünü kırpmadan ve varoluşunun beyaz, hamur elli parçasını geride bırakıp, seni vareden diğer tüm değerler için. Savaşa gideceksin yani. Arkana bakmadan beyaz ellerin hayalini aklının en ücra köşesine gömüp inandıkların uğruna savaşmaya gideceksin. Çünkü sevgiyi kazanmak için savaşmak bir işe yaramıyor. Ama savaşmak geri kalanlar için. Geri kalan tüm hayallerin için savaşmak. Başka çare yok.

19 Mayıs 2007

...

bana göründüğün kadar
beyaz olduğunu
kimse bilmemeli...

30 Nisan 2007

Yaşasın 1 Mayıs!

yarın üretenlerin, umutlarından gayrı birşeyleri olmayıp da bu dünyayı her an yeniden yaratanların yönetenlerle hesaplaşma günü. yarın işçilerin, emekçilerin ve sömürüye, ırkçılığa, faşizme geçit yok diyen, barış,demokrasi ve özgürlük isteyenlerin mücadele günü ve bayramı. tüm "başka bir dünya mümkün" diyenler yarın alanlarda, halaylarda, kortejlerde olacak.
siz nerede olacaksınız?

22 Nisan 2007

dokunamadığım yüreğin dumanı


beni sevmessen
gecekonduları sev
inatçı bir sobayı tutuşturan çıraları
iki minik güçlü yüreği taşıyan eski kanepeyi
ayakucu delik ya da delik olduğundan ayakucu
sev kırmızılı battaniyeyi
sigara yanıkları yer yer eskimiş kilimi
beni sevmessen onları sev
alınteri sinmiş bir somun ekmeği
bölüşülmeye can atan
sev ötekilere sefalet gibi görüneni
taşa demire öfkeye kesmiş
fikirleri
sev
mücadeleyi
hayalleri
gerçekleşeceği binalaşacağı ve ülkeleşeceği
kesin olan o tek rüyayı sev
benim varlığımı doğuranlardır
benim varlığım o rüyaya gebedir
hiç görmesen de o rüyayi sevmen
beni sevmendir



sev
çekinme ki
insan kalasın
hiç zarar görmeyesin
dokunulsan da
benden başkası hiç dokunamasın




sev
yüreğin o asla uyumayan sobanın
içinde tutuşsun
sev ki
alev tavana ışık vursun
dokunanın eli yansın kavrulsun
kederlenme hiç
gözlerimi tavana dikip
pencereden bacaya
dumanını izlemek de güzeldir
o dokunamadığım yüreğinin


krmzskbrds

30 Mart 2007

Formül


hiçbir zaman kalbimi kırmak istemedin biliyorum
umudu yaşayabilmem için verdin bana
sanki bebeğinin ağzından sızan çorbayı
kaşığıyla toplayıp toplayıp geri dökmesi gibi kursağına
                                                               bir ananın
3-5-7-1 son
budur bu işin formülü
derken şaka yapıyor gibiydin
sevecendin
üç gün dayanırsın yokluğuma ilkten dediydin
sonra beş olur
merak etme ilk zamanlar gelirim üçbeş gün arayla
bir zaman sürer böyle
ve yedi gün olur yokluğuma dayanma haddin
sonradan sonraya kırk yılda bir düşerim aklına
ve biter...son...demiştin
yükümü isteksiz omuzlamayasın diye
inanmış gibi yaptım bulduğun çareye
3-5-7 geçti sırada kırk yılda bir var
doğruların sarsılmasın
formülün kanıtlansın
aslında bak bu da alelade bir şiir zaten
sen şiir sevmessin hayyam'ınkilerden başka
ve şiir yazıcıları da sevmessin bilirim
biyerleden fotoğrafını buldum
malum kırk yılda bir çok bilinmez bir zaman
kızma kırk yılda bir bakıyorum fotoğrafına da
olmuyor
hayat denklemler gibi kurulmuyor
düşler sayılara hapsolmuyor
ve haberin olsun
gel demiyorsam da sana hiç
aklında bulunsun
formülün hiç bi boka yaramıyor
!


krmzskbrds

14 Şubat 2007

izmarit gibi

izmariti katıp şehir rüzgarına
savurup fırlatmak çamurlu kaldırıma
keşke öyle kolay olsa
çamurlu bir sevdayı tüketip uyuyakalmak
izmarit gibi,
bir kaldırımda

12 Şubat 2007

Pinhani- Hele Bi Gel

güzel şarkı...

22 Ocak 2007

daphne...yani defne...yani bir ege hikayesi...

yarın doğumgünü olan birine bir ege hikayesi…

     apollon peneus ırmagının kenarında dolanırken,guzel mi guzel ısırılası bir hatun gorur oda daphnedir...apollon turkı filmlerinden bir replikle kıza dogru ko$maya ba$lar koskoca tanrı deliler gibi a$kın pencesine du$mu$tur artık....bu sırada dogası geregi daphne'de ormanların derinliklerinde dolaşmaktan zevk alıyor, ay ışığında yabani hayvanları kovalamakdan avlamakdan korkulası bir zevk alıyordu...yalnız başına dolaşmayı çok seviyordu..ve erkeklerden nefret eden feminen bir tutumu vardı ki,olmaz kardesim ben evlenmicem diyoru hep cevresindekilere..fakat apollon ona delicesine tutulmuş peşini bırakmıyordu. ormanda karşılaştıklarında tanrı apollon güzeller güzeli bu kızla konuşmak istedi ancak daphne ondan korkarak koşmaya başladı. apollon ne dediyse onu durmaya ikna edememişti, daphne korkmuştu bir kere. yorgun düşene kadar koştu koştu, daha fazla koşacak gücü kalmadığında yere yıkıldı ve toprak anaya yalvarmaya başladı.
ey toprakana beni ört beni sakla, kurtar"
toprakana onun yakarışını duymuştu, az sonra daphne yorgunluktan ağrıyan bacaklarının sertleştiğini, odunlaşmaya başladığını hissetti. gri renginde bir kabuk göğsünü kapladı. güzel kokulu saçları yapraklara dönüştü ve kolları dallar halinde uzandı, küçük ayakları ise kök olup toprağın derinliklerine doğru indi.

     apollon sevdiği kıza sarılmak isterken bu defne ağacına çarpınca şaşırdı. o günden sonra defne ağacı apollonun en sevdiği ağaç oldu, ve defne yaprakları genç tanrının saçlarının çelengi oldu. kahramanlara ödül olarak defne yapraklarından yapılma taçlar taktılar.
hulya kocyigit&ediz hun formatındaki türk filmlerini aratmıcak,kısa hikayesi budur daphne'nin...

 

15 Ocak 2007

H. , M. Ve Ez Zühre'nin Değişen Hikayesi

Sokaklarda düşten salıncaklar kuruluyordu. Ve duman gibi ince bir yağmur yağıyordu sokaklarda çocuklar üşürken. Üşüyerek uyurken. Yağmur almayan bir sığınakları vardı oysa. Üzerlerine kar yağıyordu. Öyle söylerler yani. Üzerlerine kar yağarmış uyuyanların. Yağmurun altında ıslananlar da vardı neyseki. Öteden beri geceleri uyumayan H. ve M. vardı. Onlar geceleri mesai yapardı. Yorganlarının altı ne ki, sığınakları toprak kokusu dahi geçirmeyenlerin, rüya ayakbastısını çalar geceleri üzerine kar yağan çocuklara düşten salıncaklar kurarlardı. İyi geçinirdi H. ve M.. Salıncaklardan arta kalan düş kırıntılarını paylaşacak ya da alıp yalnızlık katranına bulanmış şehrin gece insanlarının üzerine rastgele serpiştirecek kadar.
İkisi de sessizdi. Çocuklar salıncaklarda hep bir ağızdan sevinçten yorgun gözleri, fırçalanmamış kahkalar atarken, ki hepsinin sapsarıydı dişleri, ikisi de toz olurdu. Sonraki gecenin usulca soyunup kendilerine hazırlanmasını beklerlerdi. Şehvet nedir bilmezlerdi ama. Geceyi bekleyişleri sakindi. Sakin ve sabır yüklü. Sadece saçlarını okşamakla yetinirlerdi gecenin. O zamanda sopsoğuk olurdu elleri. Ve nabızları hiç de hızlanmazdı sanki.
Çocuklar üşür. Onlar böyle farkında değil güçlerinin. H. ve M. sanki kendi çocukluklarına borçlarını öderlerdi. Çocukların gücü çocukluklarından gelirdi. H. ve M.'nin çocukluklarını yitirmesinin cezasıydı güçleri. Onlar hiç büyümezdi. Bu yüzden çocuklar azıcık büyür büyümez giderlerdi. Koşa koşa giderlerdi hem de. H. ve M. hiç gitmemişti. Arzu'nun kapısına... Arzu'nun evi en yüksekteydi. Ödeme yapılmadan ulaşılamayacak kadar yüksekte hem de... H. ve M. çocuklara içerlemezlerdi gidiyorlar diye. Onlar hayalini bile kurmazlardı Arzu'nun en yüksekteki evine uzanan yolun; cepleri ödeme yapmaya yetecek kadar yalanla dolu, azıcık büyümüş çocuklara ne kadar kısa geldiğinin. Onların büyüyeceklerini bile bile çocuklara hizmete devam ederlerdi. Çünkü cezaları buydu. Ve neden cezalandırıldıklarını iyi biliyorlardı.
Bu gece yağmur yağmıyor. Toprak kuru. Herşeyi unutmuş bekleyişleri son buldu bu gece de H. ve M.'nin. Ama sadece bekleyişleri son buldu. Bilmezlikleri değil. Kuytularda bir saat çınladı sadece. Ve mesaiye başladılar yine. Tepenin eteklerinden indiler. Düzlükteki apartmanların üstünden geçtiler. Hayret; ne kadar da çok uykusuz vardı! Uyku ve ihtiyar kokan bir apartmana daldılar. Severlerdi ihtiyarları. Çünkü onlar çokça uyurdu. Ve çokça rüya görürlerdi. Gözlerinden de çapak eksik olmazdı hani. Onlar da artık hiç büyümeyeceklerdi H. ve M. gibi. Arzu'nun evine çıkacak mecalleri de yoktu uyuyan ihtiyarların. Karanlığa en yakın duran daireyi biliyorladı. Geceleri ışığın çok az uğradığı bir evdi. Yakın zamanda H. ve M.'den, bir de kendini hayır işlerine adamış birkaç sahtekar komşudan başkaca kimse uğramamıştı sığınağa.
Her zamanki kadar kolay olacak sanıyorlardı. Bu yüzden hiç zorlamadılar evin kapısını. Sessizce ve aslında içeri girme hırsı olmadan başladılar göstermelik kilidi kurcalamaya. Yeter ki onlar emek vermeye başlasındı. Çok da zaman geçmeden açılacaktı kilit nede olsa. Bekledikleri gibi olmadı ama. Alınlarından süzülen birkaç damla ter çoktandır süpürülmemiş kapı önüne damlayınca nasıl da temiz, yuvarlak izler bırakıvermişti. Yine de açılmamıştı kapı. İlk kez bir kilidi kırmak zorunda kaldılar. Tuhaf bir şeyler oluyordu çünkü. Kapının arkasından suratlarını kavuran bir sıcak rüzgar esiyordu.
Kilidi kırıp, girince eve H.'yle M., hep yaptıkları gibi önce, kesmeye mecali olmadığından uzatmış sakalını, dedenin başucunda buldular kendilerini. Dede çok rüya görürdü çünkü. Birazcık daha sıcak olurdu rüya görürken eli yüzü. Şimdiki kadar sıcak olmazdı ama. Onlar da bugünkü kadar ilişmezdi dedeye. Sıcaklıkla değil külleriyle ilgilenirlerdi çünkü. Rüyasında savurduğu süpürülmemiş kapı önü tozlarını alır, çekip giderlerdi. O an farklıydı ama. Çünkü dede rüyasında her zaman gençliğini görürdü. Eli yüzü biraz sıcak olurdu. Şimdi kavruluyordu oysa dede kendi ateşinde. Ve hiç yaşamadığı bir zamanın, bilmesine imkan olmayanların rüyasını görüyordu.
Bu gecelik işleri bitmişti. Hatta çocuklara vereceklerinden fazlasını bile almışlardı. Artık, biliyorlardı. Belki bu yüzden ayaklarını işe başladıklarından beri ilk kez sürüyerek gecenin gölgeli kaldırımlarına, daracık sokakları geçtiler. Artık biliyorlardı. Kim olduklarını. Ya da tahmin edebiliyorlardı. Uyuyamayan gece çocuklarına, soğuğa katık edilecek rüya, düş ya da kimbilir yasadışı kahkaha götürüşlerinin nedenini bulmuşlardı galiba. Omuzları çökük de olsa döndüler çocuklara, dağıttılar ganimetleri. Ve dedenin o gün gördüğü rüyayı endişeyle sakladılar zihinlerine. En azından o rüya bir kez daha karşılarına çıkıncaya kadar.
Salıncaklar yine kuruldu. Sallandı çocuklar sokak ortalarında. Yani devam etti H. ve M.'nin gece mesaileri. Gün yeni yeni doğarken evlerine dönüşleri. Tam da öyle bir gün, renkler daha soluk soluk dururken ve sabah hala serinken, bir sokağın başına geldiler. Kısa, yokuş bir sokaktı bu. Mutlaka daha önce geçmiş olacaklardı. Bir yanlarında duvarının yarısı sanki yere batmış eski yapı bir ev. Pencereleri ahşap. Ve perdesi yarım açık unutulmuş. Pencereden az uzakta evin tahta kapısı. Öylesine geçip gidiyorlardı yanından H. ve M.. Bu sokağa daha önceden mutlaka girmiş olacaklardı. Ve güneş daha göstermemişti bile yüzünü. Evin kapısı aniden açıldı. H. ve M. irkildi. Sabah sessizdi. Onlar da en az sessizdiler sabah kadar. Bu sessizliğin aniden yarılması, olduğu yere çaktı onları. Yoksa geçip gidecekti onlar. Tam yanıbaşlarındaki pencerenin ne ahşap olduğunun ne de perdesinin yarıya kadar açık olduğunun farkına varacaklardı. Evden orta yaşlı, eli çantalı, kafasının tepesi kel ve o yarı yokuş sokağa yakışmayacak kadar fiyakalı giyinmiş bir adam çıktı. Çıktığı evin ahşap pencere pervazlarında tahta böceklerinin kaynadığının farkında değil gibiydi adam. Belki de umursamıyordu. H. ve M.'yi görmeden sokağın başını dönüp kayboldu. Belli ki dönüp şöyle bir sağına soluna bakacak, sabah havasını içine çekip iyice bir gerinecek vakti yoktu. Mühim işleri vardı adamın belli ki.
Adamın irkiltmesiyle perdesi yarım açık ahşap camlı pencerenin önünde durmuşlardı. İlk kim dönüp baktı pencereden içeri bilinmez. Ama ikisi de birden bir anda pencereye olabildiğince yanaşmış, solukları hızlanmış ve gözleri pörtlemiş vaziyette bakıp kaldılar içeriye. Üzerine örttüğü örtü bacaklarının arasına girip, karnına dolanmış ve yukarıya çıkıp omuzlarından birini açık bırakacak şekilde aşağı sarkmış... Bacaklarının beyazlığı kadındı. Ve iki yana açıklığı. Sonra kapkara saçları, sanki örtünün kıvrımına ayak uydurmuş, birisi umursamazca yataktan aşağı, biriyse yarısı görünen yüzünün altına konulmuş elleri. Öyle bir kadındı ki üzerine örttüğü bembeyaz örtü, açıkta kalan bacakları, omuzu, elleriyle yanyana geldiğinde saçları kadar siyah görünüyordu. Sanki kapalı pencerenin açıklıklarından, pervazın çatlaklarından ağır bir koku geliyordu H. ve M.'nin burnuna. Daha önce hissetmedikleri bir duygu sonra.
Kasıklarını sızlatan. Karınlarını ağrıtan. Bir sancı.


İkisi birlikte sarıldılar işe. O ahşap pencereyi açmak, onlar için çocuk oyuncağıydı. Ve sokakların dolmasına daha çok vardı. Ama çocuklar için hiç yapmadıkları kadar heyecanlı yapıyorlardı bu işi. Sadece elleri değil tüm bedenlerini bir titreme almıştı. Daha önce yaparken işlerini, hiç konuşmayan H. ve M., şimdi kavga ediyor, hatta birbirlerine küfür bile ediyorlardı. Sonunda pencere hiç ses çıkarmadan açıldı. İkisi de birbirinin yüzüne baktı. Bir anda hareketlendiler. Pencereden içeri ilk atlayan olabilmek için kıyasıya bir kavga çıkmıştı. Elleri ayakları çizik içinde kaldı. Ve sonunda birbirinin peşi sıra girdiler odaya. Sonra ne yapacaklarını bilemeyerek belki saatlerce kadının uyuyan yüzüne bakıp beklediler.
Dedenin rüyası kumlarla kaplı bir ülkede geçiyordu. Zayıf yüzü kırışıklar içinde ve belki de kesmeye mecali olmadığından uzatmış sakalını, bir yaşlı adam uçsuz bucaksız kumların üzerine oturmuş anlatıyordu. Gökyüzü yeni yeni aydınlanıyordu o anlatırken. Birkaç kahverengi tenli adam ihtiyarın etrafına, kumların üzerine bağdaş kurmuş dinliyordu. Genç adamlardı bunlar. Gözleri hayretle bakıyor, soluksuz dinliyorlardı anlatılanları. Bir de ateşler içinde dede rüyasını görüyor, H. ve M. de nasipleniyorlardı anlatılanlardan.
“Derler ki, bir zamanlar Harut ve Marut diye iki melek vardı. Bilirsiniz çocuklar, alçakgönüllüdür melekler, saftırlar ve ışıktan yaratılmışlardır. Harut ve Marut da yaratılmışlardı ışıktan. Diyorlardı ki: “Biz ışıktan yaratılmışız. Yalanların karanlığından gelen insanoğlu gibi günaha ve tutkuya bulanmamışız.” Yani onlar... Harut ve Marut, alçakgönüllülüklerini ve meleklere yaraşır masumiyetlerini kaybetmişlerdi. Onlar temiz ve günahsızdılar evet; ama bu, onların arzu nedir bilmemelerinden ve ona karşı koymakla hiçbir zaman yükümlü tutulmamalarından ötürüydü sadece. Onların kendini bilmezliği Tanrı'nın hoşuna gitmedi. Harut ve Marut'u yeryüzüne sürgüne yolladı. Bu sürgün aynı zamanda bir sınav olacaktı. İnsandan hiçbir farkları kalmayınca, tıpkı onlar gibi günah işleyeceklerini görmelerini istiyordu Tanrı. Harut ve Marut, o iki mağrur melek böylece yeryüzüne indiler. İnsan kılığında ve onların arasında dolaşmaya başladılar. Yeryüzüne indikleri ilk gece, görünce insanı soluksuz bırakan bir güzel kadınla karşılaştılar. Adına insanlar “Ez zühre” diyorlardı. Harut ve Marut bir anda vuruldular kadına. Daha önce hiç tatmadıkları bir duygu olan şehvetle dolduklar. Ve oracıkta sahip olmak istediler kadının bedenine. Her ikisi de kadına “benim olmaz mısın?” diye sordu. Kadın onlara kendisine sahip olan biri olduğunu, eğer ona sahip olmak istiyorlarsa o kişiyi ortadan kaldırmaları gerektiğini söyledi. Harut ve Marut o adamı bulup elleri hiç titremeden öldürdüler. Ve henüz işledikleri cinayetin kanı ellerinde kurumadan, içlerindeki şehvetin ateşini söndürdüler. İşledikleri günahın farkına hemen vardılar. Birer melekken böbürlenmelerinin ve insanları hor görmelerinin ne kadar anlamsız olduğunu anladılar. Ancak Tanrı onlara sordu: “Bu dünyada mı çekmek istersiniz cezanızı yoksa ahirette mi?” Bu iki günahkar melek eskisi, cezalarını bu dünyada çekmek istediklerini söylediler. Tanrı da onları zincirlerle yer ve gök arasına astı. Hüküm gününe kadar asılı kalcaklardı. Bu insanlara ve meleklere alçakgönüllüğünü kaybeden her erdemin yok olup gideceğini anlatacaktı. Gel gör ki insanların gözü hiçbir meleği göremezdi. Bu sebeple Tanrı da Ez Zühre'yi göklerde parıldayan bir yıldız haline getirdi ki insanlar O'nu görsün ve Harut ve Marut'un başına gelenlerden ders alsınlar.”
İhtiyar tüm bunları ağır ağır anlattı ve sözleri biterken gökyüzünde sabah yıldızı belirmişti. Parmağını göğe çevirdi. H. ve M. o parmağın ucunda sabah yıldızını gördü. Yani “Ez Zühreyi”...
H. ve M. bacaklarının arasında şehvet, yüreklerinde akıp giden bir kalabalıkla, sıcak yatağında uyuyan kadının yüzüne baktıklarında da sabah yıldızını gördüler. Sonra yüksek ihtimal onlarla hiçbir ilgilisi olmayan o rüya ve aslında anlamadıkları bir dilden dinledikleri o hikaye geldi akıllarına. Kim olduklarını hiç bilmiyorlardı. Tam da bu nedenle işte, o bir ihtiyarcağızın rüyasında dinledikleri hikaye neden kendi hikayeleri olmasındı. Gerçi kadının kocası diye tahmin ettikleri adam çoktan apartmanlar düzlüğüne inmiş olmalıydı. Ama adamı yakalamaları çok da zor olmazdı. Neyi değiştirdiklerinin çok da farkında olmadan çıkıp gittiler o yarısı yerin dibine batmış gibi görünen yaşlı evden. Onlar kadim bir öyküyü değiştirdiklerini düşünüyorlardı. Ama belki de değişen yalnızca adları H. ve M. diye yazılacak iki rüya röntgencisi, uyku tozu hırsızı ve sabah saat altı sularında evine girip tecavüz ettikleri genç ve çaresiz kadından bahseden, zavallı bir gazete küpüründen ibaret olacaktı.
H. ve M. o sabah, çocuklara diye ayırdıkları rüya küllerinden kendilerine salıncak kurup, Arzu'nun evine çıkan uzuun yokuşun, azıcık büyüyüp, cepleri ödeme yapacak kadar yalanla dolan çocuklara ne kadar kısa olduğunun hayalini kurdular
.

krmzskbrds