karanlık eski bir dolaba tıkıştırılan türlü eşya gibi... ya da bir çocuğun ayıp resimlerini evde kullanılmayan baca deliğine koyması gibi bişey.

22 Ocak 2007

daphne...yani defne...yani bir ege hikayesi...

yarın doğumgünü olan birine bir ege hikayesi…

     apollon peneus ırmagının kenarında dolanırken,guzel mi guzel ısırılası bir hatun gorur oda daphnedir...apollon turkı filmlerinden bir replikle kıza dogru ko$maya ba$lar koskoca tanrı deliler gibi a$kın pencesine du$mu$tur artık....bu sırada dogası geregi daphne'de ormanların derinliklerinde dolaşmaktan zevk alıyor, ay ışığında yabani hayvanları kovalamakdan avlamakdan korkulası bir zevk alıyordu...yalnız başına dolaşmayı çok seviyordu..ve erkeklerden nefret eden feminen bir tutumu vardı ki,olmaz kardesim ben evlenmicem diyoru hep cevresindekilere..fakat apollon ona delicesine tutulmuş peşini bırakmıyordu. ormanda karşılaştıklarında tanrı apollon güzeller güzeli bu kızla konuşmak istedi ancak daphne ondan korkarak koşmaya başladı. apollon ne dediyse onu durmaya ikna edememişti, daphne korkmuştu bir kere. yorgun düşene kadar koştu koştu, daha fazla koşacak gücü kalmadığında yere yıkıldı ve toprak anaya yalvarmaya başladı.
ey toprakana beni ört beni sakla, kurtar"
toprakana onun yakarışını duymuştu, az sonra daphne yorgunluktan ağrıyan bacaklarının sertleştiğini, odunlaşmaya başladığını hissetti. gri renginde bir kabuk göğsünü kapladı. güzel kokulu saçları yapraklara dönüştü ve kolları dallar halinde uzandı, küçük ayakları ise kök olup toprağın derinliklerine doğru indi.

     apollon sevdiği kıza sarılmak isterken bu defne ağacına çarpınca şaşırdı. o günden sonra defne ağacı apollonun en sevdiği ağaç oldu, ve defne yaprakları genç tanrının saçlarının çelengi oldu. kahramanlara ödül olarak defne yapraklarından yapılma taçlar taktılar.
hulya kocyigit&ediz hun formatındaki türk filmlerini aratmıcak,kısa hikayesi budur daphne'nin...

 

15 Ocak 2007

H. , M. Ve Ez Zühre'nin Değişen Hikayesi

Sokaklarda düşten salıncaklar kuruluyordu. Ve duman gibi ince bir yağmur yağıyordu sokaklarda çocuklar üşürken. Üşüyerek uyurken. Yağmur almayan bir sığınakları vardı oysa. Üzerlerine kar yağıyordu. Öyle söylerler yani. Üzerlerine kar yağarmış uyuyanların. Yağmurun altında ıslananlar da vardı neyseki. Öteden beri geceleri uyumayan H. ve M. vardı. Onlar geceleri mesai yapardı. Yorganlarının altı ne ki, sığınakları toprak kokusu dahi geçirmeyenlerin, rüya ayakbastısını çalar geceleri üzerine kar yağan çocuklara düşten salıncaklar kurarlardı. İyi geçinirdi H. ve M.. Salıncaklardan arta kalan düş kırıntılarını paylaşacak ya da alıp yalnızlık katranına bulanmış şehrin gece insanlarının üzerine rastgele serpiştirecek kadar.
İkisi de sessizdi. Çocuklar salıncaklarda hep bir ağızdan sevinçten yorgun gözleri, fırçalanmamış kahkalar atarken, ki hepsinin sapsarıydı dişleri, ikisi de toz olurdu. Sonraki gecenin usulca soyunup kendilerine hazırlanmasını beklerlerdi. Şehvet nedir bilmezlerdi ama. Geceyi bekleyişleri sakindi. Sakin ve sabır yüklü. Sadece saçlarını okşamakla yetinirlerdi gecenin. O zamanda sopsoğuk olurdu elleri. Ve nabızları hiç de hızlanmazdı sanki.
Çocuklar üşür. Onlar böyle farkında değil güçlerinin. H. ve M. sanki kendi çocukluklarına borçlarını öderlerdi. Çocukların gücü çocukluklarından gelirdi. H. ve M.'nin çocukluklarını yitirmesinin cezasıydı güçleri. Onlar hiç büyümezdi. Bu yüzden çocuklar azıcık büyür büyümez giderlerdi. Koşa koşa giderlerdi hem de. H. ve M. hiç gitmemişti. Arzu'nun kapısına... Arzu'nun evi en yüksekteydi. Ödeme yapılmadan ulaşılamayacak kadar yüksekte hem de... H. ve M. çocuklara içerlemezlerdi gidiyorlar diye. Onlar hayalini bile kurmazlardı Arzu'nun en yüksekteki evine uzanan yolun; cepleri ödeme yapmaya yetecek kadar yalanla dolu, azıcık büyümüş çocuklara ne kadar kısa geldiğinin. Onların büyüyeceklerini bile bile çocuklara hizmete devam ederlerdi. Çünkü cezaları buydu. Ve neden cezalandırıldıklarını iyi biliyorlardı.
Bu gece yağmur yağmıyor. Toprak kuru. Herşeyi unutmuş bekleyişleri son buldu bu gece de H. ve M.'nin. Ama sadece bekleyişleri son buldu. Bilmezlikleri değil. Kuytularda bir saat çınladı sadece. Ve mesaiye başladılar yine. Tepenin eteklerinden indiler. Düzlükteki apartmanların üstünden geçtiler. Hayret; ne kadar da çok uykusuz vardı! Uyku ve ihtiyar kokan bir apartmana daldılar. Severlerdi ihtiyarları. Çünkü onlar çokça uyurdu. Ve çokça rüya görürlerdi. Gözlerinden de çapak eksik olmazdı hani. Onlar da artık hiç büyümeyeceklerdi H. ve M. gibi. Arzu'nun evine çıkacak mecalleri de yoktu uyuyan ihtiyarların. Karanlığa en yakın duran daireyi biliyorladı. Geceleri ışığın çok az uğradığı bir evdi. Yakın zamanda H. ve M.'den, bir de kendini hayır işlerine adamış birkaç sahtekar komşudan başkaca kimse uğramamıştı sığınağa.
Her zamanki kadar kolay olacak sanıyorlardı. Bu yüzden hiç zorlamadılar evin kapısını. Sessizce ve aslında içeri girme hırsı olmadan başladılar göstermelik kilidi kurcalamaya. Yeter ki onlar emek vermeye başlasındı. Çok da zaman geçmeden açılacaktı kilit nede olsa. Bekledikleri gibi olmadı ama. Alınlarından süzülen birkaç damla ter çoktandır süpürülmemiş kapı önüne damlayınca nasıl da temiz, yuvarlak izler bırakıvermişti. Yine de açılmamıştı kapı. İlk kez bir kilidi kırmak zorunda kaldılar. Tuhaf bir şeyler oluyordu çünkü. Kapının arkasından suratlarını kavuran bir sıcak rüzgar esiyordu.
Kilidi kırıp, girince eve H.'yle M., hep yaptıkları gibi önce, kesmeye mecali olmadığından uzatmış sakalını, dedenin başucunda buldular kendilerini. Dede çok rüya görürdü çünkü. Birazcık daha sıcak olurdu rüya görürken eli yüzü. Şimdiki kadar sıcak olmazdı ama. Onlar da bugünkü kadar ilişmezdi dedeye. Sıcaklıkla değil külleriyle ilgilenirlerdi çünkü. Rüyasında savurduğu süpürülmemiş kapı önü tozlarını alır, çekip giderlerdi. O an farklıydı ama. Çünkü dede rüyasında her zaman gençliğini görürdü. Eli yüzü biraz sıcak olurdu. Şimdi kavruluyordu oysa dede kendi ateşinde. Ve hiç yaşamadığı bir zamanın, bilmesine imkan olmayanların rüyasını görüyordu.
Bu gecelik işleri bitmişti. Hatta çocuklara vereceklerinden fazlasını bile almışlardı. Artık, biliyorlardı. Belki bu yüzden ayaklarını işe başladıklarından beri ilk kez sürüyerek gecenin gölgeli kaldırımlarına, daracık sokakları geçtiler. Artık biliyorlardı. Kim olduklarını. Ya da tahmin edebiliyorlardı. Uyuyamayan gece çocuklarına, soğuğa katık edilecek rüya, düş ya da kimbilir yasadışı kahkaha götürüşlerinin nedenini bulmuşlardı galiba. Omuzları çökük de olsa döndüler çocuklara, dağıttılar ganimetleri. Ve dedenin o gün gördüğü rüyayı endişeyle sakladılar zihinlerine. En azından o rüya bir kez daha karşılarına çıkıncaya kadar.
Salıncaklar yine kuruldu. Sallandı çocuklar sokak ortalarında. Yani devam etti H. ve M.'nin gece mesaileri. Gün yeni yeni doğarken evlerine dönüşleri. Tam da öyle bir gün, renkler daha soluk soluk dururken ve sabah hala serinken, bir sokağın başına geldiler. Kısa, yokuş bir sokaktı bu. Mutlaka daha önce geçmiş olacaklardı. Bir yanlarında duvarının yarısı sanki yere batmış eski yapı bir ev. Pencereleri ahşap. Ve perdesi yarım açık unutulmuş. Pencereden az uzakta evin tahta kapısı. Öylesine geçip gidiyorlardı yanından H. ve M.. Bu sokağa daha önceden mutlaka girmiş olacaklardı. Ve güneş daha göstermemişti bile yüzünü. Evin kapısı aniden açıldı. H. ve M. irkildi. Sabah sessizdi. Onlar da en az sessizdiler sabah kadar. Bu sessizliğin aniden yarılması, olduğu yere çaktı onları. Yoksa geçip gidecekti onlar. Tam yanıbaşlarındaki pencerenin ne ahşap olduğunun ne de perdesinin yarıya kadar açık olduğunun farkına varacaklardı. Evden orta yaşlı, eli çantalı, kafasının tepesi kel ve o yarı yokuş sokağa yakışmayacak kadar fiyakalı giyinmiş bir adam çıktı. Çıktığı evin ahşap pencere pervazlarında tahta böceklerinin kaynadığının farkında değil gibiydi adam. Belki de umursamıyordu. H. ve M.'yi görmeden sokağın başını dönüp kayboldu. Belli ki dönüp şöyle bir sağına soluna bakacak, sabah havasını içine çekip iyice bir gerinecek vakti yoktu. Mühim işleri vardı adamın belli ki.
Adamın irkiltmesiyle perdesi yarım açık ahşap camlı pencerenin önünde durmuşlardı. İlk kim dönüp baktı pencereden içeri bilinmez. Ama ikisi de birden bir anda pencereye olabildiğince yanaşmış, solukları hızlanmış ve gözleri pörtlemiş vaziyette bakıp kaldılar içeriye. Üzerine örttüğü örtü bacaklarının arasına girip, karnına dolanmış ve yukarıya çıkıp omuzlarından birini açık bırakacak şekilde aşağı sarkmış... Bacaklarının beyazlığı kadındı. Ve iki yana açıklığı. Sonra kapkara saçları, sanki örtünün kıvrımına ayak uydurmuş, birisi umursamazca yataktan aşağı, biriyse yarısı görünen yüzünün altına konulmuş elleri. Öyle bir kadındı ki üzerine örttüğü bembeyaz örtü, açıkta kalan bacakları, omuzu, elleriyle yanyana geldiğinde saçları kadar siyah görünüyordu. Sanki kapalı pencerenin açıklıklarından, pervazın çatlaklarından ağır bir koku geliyordu H. ve M.'nin burnuna. Daha önce hissetmedikleri bir duygu sonra.
Kasıklarını sızlatan. Karınlarını ağrıtan. Bir sancı.


İkisi birlikte sarıldılar işe. O ahşap pencereyi açmak, onlar için çocuk oyuncağıydı. Ve sokakların dolmasına daha çok vardı. Ama çocuklar için hiç yapmadıkları kadar heyecanlı yapıyorlardı bu işi. Sadece elleri değil tüm bedenlerini bir titreme almıştı. Daha önce yaparken işlerini, hiç konuşmayan H. ve M., şimdi kavga ediyor, hatta birbirlerine küfür bile ediyorlardı. Sonunda pencere hiç ses çıkarmadan açıldı. İkisi de birbirinin yüzüne baktı. Bir anda hareketlendiler. Pencereden içeri ilk atlayan olabilmek için kıyasıya bir kavga çıkmıştı. Elleri ayakları çizik içinde kaldı. Ve sonunda birbirinin peşi sıra girdiler odaya. Sonra ne yapacaklarını bilemeyerek belki saatlerce kadının uyuyan yüzüne bakıp beklediler.
Dedenin rüyası kumlarla kaplı bir ülkede geçiyordu. Zayıf yüzü kırışıklar içinde ve belki de kesmeye mecali olmadığından uzatmış sakalını, bir yaşlı adam uçsuz bucaksız kumların üzerine oturmuş anlatıyordu. Gökyüzü yeni yeni aydınlanıyordu o anlatırken. Birkaç kahverengi tenli adam ihtiyarın etrafına, kumların üzerine bağdaş kurmuş dinliyordu. Genç adamlardı bunlar. Gözleri hayretle bakıyor, soluksuz dinliyorlardı anlatılanları. Bir de ateşler içinde dede rüyasını görüyor, H. ve M. de nasipleniyorlardı anlatılanlardan.
“Derler ki, bir zamanlar Harut ve Marut diye iki melek vardı. Bilirsiniz çocuklar, alçakgönüllüdür melekler, saftırlar ve ışıktan yaratılmışlardır. Harut ve Marut da yaratılmışlardı ışıktan. Diyorlardı ki: “Biz ışıktan yaratılmışız. Yalanların karanlığından gelen insanoğlu gibi günaha ve tutkuya bulanmamışız.” Yani onlar... Harut ve Marut, alçakgönüllülüklerini ve meleklere yaraşır masumiyetlerini kaybetmişlerdi. Onlar temiz ve günahsızdılar evet; ama bu, onların arzu nedir bilmemelerinden ve ona karşı koymakla hiçbir zaman yükümlü tutulmamalarından ötürüydü sadece. Onların kendini bilmezliği Tanrı'nın hoşuna gitmedi. Harut ve Marut'u yeryüzüne sürgüne yolladı. Bu sürgün aynı zamanda bir sınav olacaktı. İnsandan hiçbir farkları kalmayınca, tıpkı onlar gibi günah işleyeceklerini görmelerini istiyordu Tanrı. Harut ve Marut, o iki mağrur melek böylece yeryüzüne indiler. İnsan kılığında ve onların arasında dolaşmaya başladılar. Yeryüzüne indikleri ilk gece, görünce insanı soluksuz bırakan bir güzel kadınla karşılaştılar. Adına insanlar “Ez zühre” diyorlardı. Harut ve Marut bir anda vuruldular kadına. Daha önce hiç tatmadıkları bir duygu olan şehvetle dolduklar. Ve oracıkta sahip olmak istediler kadının bedenine. Her ikisi de kadına “benim olmaz mısın?” diye sordu. Kadın onlara kendisine sahip olan biri olduğunu, eğer ona sahip olmak istiyorlarsa o kişiyi ortadan kaldırmaları gerektiğini söyledi. Harut ve Marut o adamı bulup elleri hiç titremeden öldürdüler. Ve henüz işledikleri cinayetin kanı ellerinde kurumadan, içlerindeki şehvetin ateşini söndürdüler. İşledikleri günahın farkına hemen vardılar. Birer melekken böbürlenmelerinin ve insanları hor görmelerinin ne kadar anlamsız olduğunu anladılar. Ancak Tanrı onlara sordu: “Bu dünyada mı çekmek istersiniz cezanızı yoksa ahirette mi?” Bu iki günahkar melek eskisi, cezalarını bu dünyada çekmek istediklerini söylediler. Tanrı da onları zincirlerle yer ve gök arasına astı. Hüküm gününe kadar asılı kalcaklardı. Bu insanlara ve meleklere alçakgönüllüğünü kaybeden her erdemin yok olup gideceğini anlatacaktı. Gel gör ki insanların gözü hiçbir meleği göremezdi. Bu sebeple Tanrı da Ez Zühre'yi göklerde parıldayan bir yıldız haline getirdi ki insanlar O'nu görsün ve Harut ve Marut'un başına gelenlerden ders alsınlar.”
İhtiyar tüm bunları ağır ağır anlattı ve sözleri biterken gökyüzünde sabah yıldızı belirmişti. Parmağını göğe çevirdi. H. ve M. o parmağın ucunda sabah yıldızını gördü. Yani “Ez Zühreyi”...
H. ve M. bacaklarının arasında şehvet, yüreklerinde akıp giden bir kalabalıkla, sıcak yatağında uyuyan kadının yüzüne baktıklarında da sabah yıldızını gördüler. Sonra yüksek ihtimal onlarla hiçbir ilgilisi olmayan o rüya ve aslında anlamadıkları bir dilden dinledikleri o hikaye geldi akıllarına. Kim olduklarını hiç bilmiyorlardı. Tam da bu nedenle işte, o bir ihtiyarcağızın rüyasında dinledikleri hikaye neden kendi hikayeleri olmasındı. Gerçi kadının kocası diye tahmin ettikleri adam çoktan apartmanlar düzlüğüne inmiş olmalıydı. Ama adamı yakalamaları çok da zor olmazdı. Neyi değiştirdiklerinin çok da farkında olmadan çıkıp gittiler o yarısı yerin dibine batmış gibi görünen yaşlı evden. Onlar kadim bir öyküyü değiştirdiklerini düşünüyorlardı. Ama belki de değişen yalnızca adları H. ve M. diye yazılacak iki rüya röntgencisi, uyku tozu hırsızı ve sabah saat altı sularında evine girip tecavüz ettikleri genç ve çaresiz kadından bahseden, zavallı bir gazete küpüründen ibaret olacaktı.
H. ve M. o sabah, çocuklara diye ayırdıkları rüya küllerinden kendilerine salıncak kurup, Arzu'nun evine çıkan uzuun yokuşun, azıcık büyüyüp, cepleri ödeme yapacak kadar yalanla dolan çocuklara ne kadar kısa olduğunun hayalini kurdular
.

krmzskbrds