karanlık eski bir dolaba tıkıştırılan türlü eşya gibi... ya da bir çocuğun ayıp resimlerini evde kullanılmayan baca deliğine koyması gibi bişey.

03 Mayıs 2006

O an

"Altan kaçıncı uyarışım bak bu seni." Biraz kilolu, terinden bile gerilim yayan, telaşlı yönetmen kendine has yavşakça dalgacılığıyla saydı "bir" dedi, "iki"... İki eli belinde ekledi "işte böyle Altan, ikiye kadar sayacaksın" dalgacı sesine ustaca kattığı azarlama tonuyla ve biraz da bağırarak mı ne "yani iki saniye tutacaksın kameranın önünde o klaket denen naneyi". Altan'ın ansızın gözleri doldu. Süklüm püklüm oldu suçluluk duyugusuyla. Bir şeyler anlatmaya çalıştı, kekeledi, soğuk terler boşandı vücudundan. İyice ezilip büzüldü kendisini azarlayan yönetmenin karşısında. Kendinden epeyce güçsüz olduğundan emin olduğu rakibi yerden yere vurmaya devam edecekti yönetmen. Acımasız olması öğretilmişti çünkü ona ve hümanizm sadece filmleri tatlandırmak için kullanılan bir çeşniydi. Sahte bir babacanlık ve zoraki bir öğüt verme havasıyla, Altan'ın kulağına fısıldar gibi ama herkesin duyabileceği bir sesle "Dediğim gibi kamera kayda girdikten sonra iki saniye tut klaketi" dedi "yoksa çok söverim montajda anana bacına!"
Tüm set kahkahalarla gülmüştü. Altan'ın hayran olduğu oyuncular, ışıkçılar, kameramanlar hatta kameralar, ışıklar, üçayaklar hepsi birbirinin ardı sıra patlatıyordu kahkahayı. İbne yönetmen yine yapacağını yapmış, nakavt etmişti Altan'ı. Gün boyunca tüm set sürekli dalga geçiyor, gülüyordu sanki Altan'a. İkide bir dalıp gidiyor, gözleri ya kendisine gülen bir ışığa ya da katıla katıla karnını tutarak gülen bir reflektöre kayıyordu artık Altan'ın çekimler boyunca. Hal böyle olunca sık sık hata yapıyor, huysuz yönetmen devamlı kalaylıyordu O'nu.
Çekimler bittiğinde bir köşede hülyalara dalmıştı Altan. Bir gün çekeceği filmin hayalini görüyordu akşam alacasında. Bir beyazperde sanki gözlerinin önünde "bir gün çekeceği filmi" aralıksız gösteriyodu Altan'a. Başyapıtı, müstakil beyazperdesinde oynarken yönetmene sövüyordu içinden... "Ulan" diyordu "hep böyle mi oluyor bu pezevenkler". Gözlerinin önünde filmi hiç durmadan devam ediyordu. "Bir film çeksem ben de şunun gibi şerefsiz..." Olmam, diyordu içinden."Olmam, anadan doğma şerefsiz oluyor bazısı." Film yarıda kesildi. Gözleri kendisine doğru gelmekte olan yönetmene kaydı. "Ne yumurtlayacak yine bu piç kurusu" diye düşündü.

Yine batıyordu güneş işte. Akşamın karanlığının ulakları kapladı kaplayacak dört bir yanı. Hava da biraz serinledi mi ne? Huysuz zamanları bunlar toprağın, sokaklarda tuhaf bir sessizlik... Kederli aşıkların içkinin anasını bellediği zamanlar bunlar. Çöksen de, vurulmuşsan da yerden yere dimdik duracağın, gözlerin dolsa da ağlamayacağın zamanlar... Hava da biraz serinledi mi ne?
"Yarın gelme sen". Yürürken kendi kendine söylüyordu bunu Altan sürekli. "Ne kadar kolay" diye düşündü "bir insanın hayalleriyle oynamak. Şerefsiz züppe bir de diyor ki bunları al yarın gelme sen" Elindeki üç dört kağıt parayı buruşturup cebine atarken acı acı güldü. "Bir de zorlanıyormuş gibi yapmaz mı haspam, sanki ilk duyuyorum bunları... Ulan senin gibi ne yönetmenler gördüm ben." Bakkalın yanından geçiyordu, ansızın durdu. "Ya ilk işittiğimde bu sözleri vazgeçseydim tüm hayallerimden". Bakkaldan bir şişe şarap istedi "hesaplısından". Bakkal göz kırptı, tezgahın altından çıkardığı şarabı Altan'a uzatırken. Altan içinden "Siktir et" diyordu "çekeceği filmi de o pezevengi de" Bakkala döndü. "Biliyor musun" dedi "adam daha kamerayı nereye koyacak onu bile bilmiyor". Bakkal ansızın çekip giden Altan'ın arkasından bakakaldı.
Yağmur yağıyordu çıldırmış gibi... Gök gürüldüyor, kötü haberlere gebe fırtına kokusu sarıyordu heryeri. Babasının elini sıkı sıkı tutmuş bir çocuktu yağmurun altında ıslanan. Bir masal devinin taşan ırmakları, koca gölleri aşan ayaklarının hızına iki küçük ayaktı yetişmeye çalışan. Ama olmuyordu, telaşlı farkındalığa uyamıyordu meraklı çocuk ayakları. Çakan bir şimşeğin sesiyle aniden durdu içi su dolmuş küçük pabuçlar. Masal devinin ayakları yetişemiyodu bu kez minik zihnin cüce merakının hızına. Bir kaç büyük ve hızlı adım attı dev sevgili cüsenin ardından, ama olan olmuştu. Yetişememişti.
Altan çabucak yaklaştı kaldırımda birikmiş kalabalığa. Birkaç su birikintisinden atladı, tılsımlı bir makina görüntüsüne kilitlenmiş çocuk aklı, şimşek sesinin ardından deklanşörün çıtırıtısını da çoktan ayırmıştı. Fotoğraf makinesi görecekti Altan, o zamanı donduran tuhaf, tılsımlı makineyi bir daha görecekti. Yalnız bu sefer farklı, daha güçlü bir bir sihrin kokusunu alıyordu. Sanki daha önceden tanıdığı ama bir türlü hatırlayamadığı garip koku. Kalabalığı hafiçe yardı. Devlerin bacaklarının arasından gördü insan birikintisinin ortasındakini. O an tanıdı kokuyu Altan. Kan kokusuydu.
İri gözler kapandı. Görüntü dondu ve deklanşör sesi. Bir daha kapandı gözler. Bir deklanşör sesi daha ve bir daha katılaştı zaman. Açıldı gözler. Su birikintisinin içinde dağılan ve suya duman gibi ağır ağır karışan kan dondu. Ve deklanşör sesi ve kapanan çocuk gözleri. Fotoğraf kareleri kazınıyordu Altan'ın çocuk aklına. Kalabalığın, korkulu ve gördüklerini bir an evvel unutmak için can atan devlerin arasından koskoca yüreğiyle korkusuz bir cüce fotoğraf işliyordu kafasına. Kulağına tek tük damlayan dev fısıltılarını da yakalıyordu resimelerin arasına. "Yiğit adamdı". Fısıltıyla söylemişti bir söylemişti bir dev bunu. "Yine vurdular bizim çocuklardan birini". Orta yaşlı orta boylu bir devin sesiydi bu. Altan tam sıyrılan gazete kağıdının altından "bizim çocuğun" yüzünü çekecekti ki koluna sarılan güçlü parmakların çekiştirmesiyle irkildi. Babasının çekmesiyle öyle sarsılmıştı ki kanı kaldırıma yayılan ölünün yüzünü hiç göremedi. Açılıp kapanan gözleri, bir devin elindeki kocaman bir aletin fotoğrafını çekmişti istemeden. Kalabalığa karışıp uzaklaşırlarken Altan'ın kafasındaki son fotoğraf karesi bir cana karşılık alınmıştı. Bir cana karşılık kocaman bir...
Bir kamera... Şarap şişesinin ağzından dudaklarına değen buruk tadla birlikte düşünmüştü Altan. "Bir kamera...Bir kamera lazım bana". Yıllardır peşini bırakmayan mayhoş istekle buruşturdu yüzünü. Kontrolsüzce akıp giden zamanı durdurma ve ağzının kenarından akan şu şarap gibi yumuşakça akıtma isteği yine doldurdu damarlarını. Her şeyi boş verip, ta içinde, en derinlerde bu özlemi duymaya başlayalı çok zaman geçmişti. Ve kimbilir kaç kanlı yüz değmişti kaldırıma. Her yağmur yağdığında ve her kanlı gazeteyi ıslattığında sokakta, içini hiç silinmeyen bir is sıvamıştı sanki. Bu zehir, bu akıl almaz kaldırım, kan, yağmur ve hiç bilinmeyen yüzlerin kirli yığınağını temizleyecek, bu pisliği dünyaya yani ait olduğu yere kusacak tek bir yol vardı Altan için. Yıllar önce karar vermişti buna. Yıllar önce... O yanlışlıkla çektiği, genç bir ölü yüzünün karşılığında sahip olduğu koca makina fotoğrafının bir kameraya ait olduğunu öğrendiği günden beri... Artık dönüş yoktu. Çocukken gözlerinin korkusuzca ölümsüzleştirdiği kareler gerçek fotoğraf kağıtlarına basılı olsaydı çoktan bir ateşin içine negatifleriyle birlikte atar, arkasına bakmadan kaçardı Altan. Ama olmazdı. Kaçış yoktu. O fotoğraf karelerini ruhuna kazımıştı. Ruhunu da götürüp ateşe atmıştı ama yanmadı Altan'ın ruhu. Kapkara silinmez bir is olup, geldi O'nun içine sıvandı.
Yaz ortasında işsiz ve güçsüz ve aylak olmaktan daha kötü bir şey varsa dünyada o da işsiz ve güçsüz ve çaresiz insanların had safhada olduğu bir bir ülkede yaşamaktır. Yüzbinlerce işsizin harcanmaya fırsat bulamayn yaratıcı gücü samyelinin getirdiği toz gibi kaplar her yanı. Ve her biri boğulurken birbirinin ter deryasında; bazen kan, bazen irin, bazen alınteri olmayan ter ve bazen de -ki en tehlikelisi budur- geceden daha karanlık fısıltılar dökerler şehre. Şehir şişer, patlayama hazır bir ağu kesesi gibi ve artık sığmaz olur zehri içine, taşmaya uygun bir iğne deliği arar durur tüm bunaltısı sokakların.

Tetiği çeken bir polisin aklında ödeyemediği kira borcu ve karısının sabahki dırdırı vardı. Ayrıca hava müthiş sıcaktı. Silahını ateşleyenlerden bir tanesinin aklına kahvede kumar oynarken yediği dayak gelmişti. Yine böyle kavurucu bir sıcak vardı o gün. Bir tanesi açtı sabahtan beri. Bu sıcakta da bir şey yenmiyordu ki. Çekivermişti tetiği. Sonuncusu yeni polis olmuştu. Ölümden korkuyordu çok. Diğerleri ateşleyince silahını panikle basti tetiğe. Sıcaktan ve belki korkudan daha çok sırılsıklam tere batmıştı.
Namluların ucundaki boylu boyunca serildi yere. Kanı yerlere saçıldı. Engebeliydi şehrin yolları. Kanı en yakın kanalizasyon bacasına kadar hiç durma aktı.
Yağmur falan yağdığı yoktu. Üzerine gazete kağıdı örtmeyi nice sonra akıl ettiler.
Hazır...Kamera...Motor! Vizöre ilk kez gözünü dayadığında aklından hiçbirşey geçmedi. Hiçbir şey düşünmedi Altan. Usul usul çıktı kapıdan. Siren sesleri geliyordu bilinmedik bir yerlerden. Bir göz odalı kutu gibi evinin kapısını kilitledi. Avlunun dışından gelen sesleri işitmiyordu bile. Evin avlusunu çekti kısa bir sürer acemice. Lensden vizöre gelen oradan da gözüne saniyede kimbilir kaç kere gelen fotoğrafların hepsini kazıyordu beynine. Akıp giden kareler, ağzının kenarlarından sızan şarap gibi yumuşakça taşarken dışarı, sanki damarlarında kan değil, "o an" akıyordu. İçindeki o her yere sıvanmış kapkara is, ağzının kenarından akan bir kaç damla şarap gibi toprağa damlayacak ve damarlarında akan "o an" yapışıp içindeki tüm zehre akıp gidecekti sanki birazdan. Hiçbir şey işitmiyordu artık Altan.
Sakince açılan avlu kapısından, "elinde tehlikeli görünen bir makinayla 24-25 yaşarında orta boylu, zayıfça bir adam" çıktı. Sıcaklık "mevsim normallerinin üzerindeydi." Zanlı dur ihtarına uymayınca 03-380 no'lu ekipçe zanlıya ateş açıldı."
Hiçbir şey işitmiyordu artık Altan. Gözü vizörde, aklında durmadan akıp giden kareler... Polislerin dördünü de en ince ayrıntısna kadar çekti. Bıyıkları, kolları, şapkaları ve ileri uzattıkları devletin namluları... Birinin yüzündeki boncuk boncuk terle, elinde titreyen silahını aynı kadraja sığdırdı. Bir adım, bir adım daha, nakış gibi işledi. Polislerin gittikçe telaşlanan yüzlerini çekti. Sonra bir sarsıldı. Düşmedi ama, çekmeye devam etti. Bir kurşunu tam namludan çıkarken yakaladı. Yere düşen boş bir kovana baktı sonra uzun süre vizörden ve aniden bir yıldırım gibi yere yığıldı.
Yeniden işitmeye başlamıştı, yerde uzanmış kanlar içinde yatarken Altan. Ve hala görebiliyordu. Etrafına bir kalabalık toplanmıştı. Bu kez kalabalığından belinden aşağıda, yerde yatıyordu. Ve artık gözleri kapanıp açılmıyordu. Etrafta deklanşör sesi de yoktu zaten. Bir sürü kocaman kamera vardı. Altan'ın gözleri de açılıp kapanmıyordu artık. Saniyede bir dolu fotoğraf çekebiliyordu artık gözleri. Aynı şu kalabalığın içindeki son model kocaman kameralar gibi. Bir süre kimselere çaktırmadan çekti etrafı. Sonra anlamış olacaklardı ki getirip gazete kağıdı serdiler gözlerinin üstüne. Çekemiyordu artık hiçbir yeri. Olsundu, zaten akmıştı içinin bütün isi.
...Evet sayın seyir ... akılalmaz olay ... yaşandı ... dur ihtarına ... uymayan ... işte hırsızın ... çaldığı kamerayla çektiği ... ilk ve son görüntüler...
İlk ve son filmini çekmişti Altan. Ve hemen hepsi plazalarda oturup, beleşe yayınlamışlardı bu filmi. Bir yönetmen olamadı yine de Altan "onların" gözünde. O'nun için en güzel ünvanı akşam evde yapacağı kapuskayı düşünen, sarı saçlı, koca ağızlı ve bol makyajlı spiker kız bulmuştu. "Hırsız" deyivermişti. Sevindi Altan. "O an" ı kamerasıyla yakalayıp hiç bir zaman kapuska yemeyen çocuklara armağan etti.

Hiç yorum yok: