karanlık eski bir dolaba tıkıştırılan türlü eşya gibi... ya da bir çocuğun ayıp resimlerini evde kullanılmayan baca deliğine koyması gibi bişey.

24 Ekim 2006

-Rahatsız etmiyorum ya!

kaybetmek

-aslında ediyorsun da söle yine de…

03 Ekim 2006

öyküler fısıltısı

     uzun bir sessizlikten sonra gelen bir öyküler fısıltısı… pencereden şehre bakarken geliveren, “dumanı da bir başka yük” bir mırıldanış. sonrası teknolojinin nimetleri canım… japon icadı zamazingoların imdada yetişişi… ama sessizliğinde bitişi. belirsiz bir tarihe kadar. dinlemek için ne yapmak gerektiğini anlatmıycam artık. kendimi “idiot proof”  bir reklam metni yazan reklamcı gibi hissediyorum. 

  öyküler fısıltısı, kırmızısekberduş’tan

13 Eylül 2006

buğdaydan doğumgünü pastası


üzülsün diye değil ama...
mutlu olsun diye
ne de olsa doğumgünü bugün o'nun

yorumsuz!

foto: sebastio salgado

12 Eylül 2006

sevgi duvarı

yeni bir sevda ama gerçek bir sevda bulana kadar ya da o beni bulana kadar hatta daha iyisini bulana kadar ya da o beni bulana kadar yaşamımın manifestosu olmasını delilercesine istediğim ve bunun için elimden geleni yapacağım can yücel kırıntısı.

sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa

kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
yakanda bir amonyak çiçeği
yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi


kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardın beni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

baktım gökte bir kırmızı bir uçak
bol çelik bol yıldız bol insan
bir gece sevgi duvarını aştık
düştüğüm yer öyle açık seçik ki
başucumda bir sen varsın bir de evren
saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
yalnızlığım benim çoğul türkülerim
ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

can yücel

09 Eylül 2006

Önceki Gün Gibi

    Bu kadar erken saatte neden yatağa girmişti bilmiyordu. Adı gibi bilirdi ne kadar geç yatsa da hep aynı saatte uyanacağını. Yine de erken girmişti bu gece yatağa. Bir aksilik olsun istemiyordu. Olur da beş on dakika geç uyanırsa yarın sabah...
    Yatağın içinde dönüp duruyordu. Kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. Eğer böyle düşünüp durmaya, bu  gece neden erken yattığını kendine sormaya devam ederse imkanı yok uyuyamazdı. Aslında sorunun cevabı belliydi. Ya da kestirebiliyordu bu telaşın nedenini. Ama kafasının içinde bir ses boyuna inkar edip duruyordu. Bu gece erken yatmasının sebebi olsa olsa... çiğ
    İşte tam burada itiraz ediyordu ses. Büyütüyorsun diyordu. Hem neden erken yatasın ki. Sen her gün aynı saatte geçiyorsun diye oradan... Kendiyle kavga etmeye pek meyilli olmadığından geri adım atıveriyordu hemen o ses karşısında. Doğru diyordu. Bu yüzden girmiş olamam bu saatte yatağa. Bunu demesiyle herşey başa dönüyor, sımsıkı yumduğu gözleri aniden açılıyor, kafasının içinde bir baykuş ötüyor, o uyutmayan soru yine geçiveriyodu zihninden. Böylelikle yatağın içinde bir tur daha dönüyor, uyuyamamanın sıkıntısı yorganla bir olup, dolanıyordu tüm vücuduna. Ne kadar zaman daha böyle kendiyle kavga etti, ne kadar zaman çarşafları hırpalayıp durdu, yastıkla ne kadar boğuştu daha bilmiyordu. Ama uykuya dalabilmesi için saattin zembereğinin boşalması, güneşin yattığı yerde huysuzlanması, peynir tenekesi evinin uyku kokusuyla dolması gerekmişti.
    Uykuya dalınca, rüyalar sağolsun insanın içinde ses mes koymazlar da, cesaretli gerçekleri haşarı bir çocuk gibi zalim korkuların pencerelerine atıp atıp, kaçarlar. Bu yüzden olsa gerek. Rüyasında o kocaman gözlü , sarı saçları omuzlarına dökülmüş, sanki yüzüne çiğ taneleri düşmüş kızı gördü. Her sabah aynı saatte geçtiği yolun karşı kıyısından geçerken, bir bebeğin ilk soluğu kadar kısa sürede o da göz ucuyla, görebilmişti kızı. geçerken o yoldan tılsım tozları mı serpiştirdi üzerine, yoksa hani bir an boş bulunur ya insan... Doğru düzgün görememişti bile kızı ya, gün boyu içinde sıcak bir boşlukla dolaşmıştı. Bir de şu gece uyutmayan kendisiyle dalaşı...
    Rüya bu ya. O yüzünü bile göremediği kız, yani O'nun için omuzlara dökülen sarı saç, kocaman olduğunu düşündüren parlak gözler ve çiğ tanelerinden ibaret olan, tastamam karşısındaydı. Dakikalarca seyretti kızı. Belki bir başkasına güzel bile değil. Ama o'nun için büyüleyici bir melekti.kırmızı kamyonet yada pikap neyse çocukluktan bilinçaltımda bir sıyrık Rüyasında kızın geçişi o kadar uzun sürdü ki, ta yolun kıyısına uzatıp ellerini kızın yüzündeki çiğ tanelerine dokundu. Tam kızın saçlarına uzatırken ellerini rüyasından kırmızı bir kamyonet geçti. Korna çaldı. Yavaş yürüyen kız hızlandı. Saçları elinden akarken, altın tozları olup savruldular rüzgarda. Çapak olup gözüne kaçtılar. Çapak dedimse, uyku çapağı değil, demir çapağı. Çalıştığı atölye girdi rüyasına. Tezgahı girdi. Kırmızı kamyonetin arkasında kaldı kız. Göremedi. Kızın saçları kaçmıştı gözüne. Demirler, tezgahlar, kamyonetler arasından en son saçları kayboldu
kızın. Sonra hepsi birden karardılar. Rüya bitti.
    İrkilerek uyandı. Saatine baktı. geceki tartışmanın taraflarını söküp beyninden kırmızı kamyonetlerden birinin altına atmak geldi içinden. Geç kalkmıştı her sabahkinden. Nasıl giyindiğini, evden nasıl çıktığını zembereği boşalan saatte sorsanız söyleyemez. Sokaklar boyu koşmaya başladı sonra.bu da su birikintisi ama yağıyor hala yağmur Sabahın buğusuyla yeleğinin ceplerini doldurup yelken gibi daha bir hızlı koştu. Yollara attı kendini. Kırmızı kamyonetlerin kornaları patladı kulağında. Ayakları ağrıdı koşmaktan. Nefes nefese kaldı. Her gün aynı saatte geçtiği o bulanık yağmur birikintileriyle dolu sokağa vardığında saatine baktı. Dün tam bu saatti işte. Kızın sarı saçları, ayağının bastığı çamurlu yapmur sularıyla birlik olup gecesine bu saatte, burada sıçramıştı işte. Güneş de tam o iki binanın arasından sızıyordu. Hatta geçerken kız, yüzündeki çiğ tanelerinden yansıyıp tam gözüne vurmuştu ışığı.
    Elleri dizinde, nefes nefese bekledi. Umutsuzca baktı önceki gün kızın geçtiği yere. Nefesi düzeliyordu. Ellerini çekti yavaşça dizinden. Doğruldu. Gelmeyecekti kız. Kendini suçladı. "Amma büyüttüm" dedi içinden, asıp yüzünü yoluna devam ederken. Tam güneşin önünden geçiyordu ki yine parladı çiğ tanelerinin ışığı gözünde. Kız önceki gün geçtiği yerde belirdi. Durup baktı kıza. Tıpkı önceki gün gibi geçip gittikten sonra kız, şöyle bir ovuşturup gözlerini her sabah aynı saatte geçtiği yoldan yürümeye devam etti. Kafasındaki seslerden biri "Yarın geçeceği ne malum lan" diyecek oldu. Sesi, susmazsa eğer kendisini kırmızı kamyonete korna yapacağını söyleyerek tehdit etti.
 

krmzskbrds

08 Eylül 2006

Paramparçaydım!

kedi


paramparçaydım
her bir parçam bir yerde
kan içinde her biri ayrı sızı
oturmuşum hayatın kıyısına
sızılarım geçer solumdan
yüzüme bakar tanımadığım ağrılarım
sağımda şişe içinde güneşin kankırmızlığı
sonsuz karanlığın yanıbaşında
paramparça...
yeşilin karanlığında bir şişeden gayrı
yapayalnız
ve oturmuş hayatın kıyısına
solumdan iki ayak üzerinde sızılarım
akıtamam zehrimi açlığa
için için sızılarım
karanlık yeşil bir kedi
süzüldü sızıların arasından geldi
ürkekçe sığındı kucağıma
kan içinde kaldı

rind koydum kedinin adını
yapayalnızdım
çünkü
paramparça...
kim gelse yanıma kan içinde kalırdı

rind neden geldin
yalnız karanlığıma neden sığındın
git buradan kedi bak kan içinde kaldın
acıydı gözleri yemyeşil baktı
yüzü değecekti yüzüme
elleri yoktu tırnaklarıyla beni okşadı
kan içindeydi
kan içindeydim
ve yer yeşil
kucağımda rind yeşil
sağımda şişe yeşil
sızılarım durmuş bana bakıyor
yeşilin ortasında bir ben karayım
paramparçaydım

krmzskbrds

30 Ağustos 2006

bir klasik... canım kardeşim

    bilmem hatırlar mısınız bu filmi. gerçi hatırlamama ihtimaliniz pek yok gibi. zira yurdumcanım kardeşim televizyonlarının muhtelif zamanlarda defalarca yayınladığı filmlerdendir “canım kardeşim”. gerçi bir hababam sınıfı serisi ya da bir salako sıklığında yayınlanmazsa nedense. tv’de arada bir, geniş periyotlu aralıklarla ekrana gelen kendini özleten filmlerden biridir yani.

    ertem eğilmez usta’nın 1973 yılında yönetmenliğini üstlendiği film yarattığı atmosferle, birçok çelişkiyi aynı anda işlemesi ve yan öyküleriyle basit bir duygu sömürüsünden çok çok öte tam bir başyapıttır. basit duygu sömürüleri insanı o an için ağlatabilir belki ama hayatında yer tutup yıllar sonra ansızın aklına gelivermezler insanın. bir başyapıt, tam bir kült olduğunu düşünüyorum bu filmin. ayrıca bana göre türk sinemasında belki de bir eşi daha bulunmayan bir film'dir canım kardeşim. film basit,sıcak ve eğlendirici bir kenar mahalle filmi gibi başlar, karakterler de bu kenar mahallenin fakir ama mutlu insanları gibidir. ama git gide kötüleşen durumları en vahim hale gelir ve en acı noktada sonlanır film. bu yönüyle ve neredeyse her daim karanlık, güneşsiz atmosferi ve soğuk renkleriyle bir kara film havasına bürünen film, sapına kadar gerçek karakterleri, karikatürize edilmemiş aksine ustura gibi keskinleştirilmiş olay örgüsüyle dönemin farklı akımlarındından da izler taşıyor. bence bir geçiş filmi olarak nitelendirilebilir hem oyuncular hem yönetmen için. bazılarının eleştirdiği gibi basit bir gözyaşı filmi değil, türk sinemasının gelmiş geçmiş en iyi filmlerindendir.

    filmle ilgili ilginç bir nokta da benim dikkatimi çeken.
halit akçatepe daha yakışıklıdır sanki bu filmde tarık akan'dan:) ikisine de selam olsun. rahmetli ertem eğilmez ustaya da ulaşır mı bilinmez bir selam gönderelim. ayrıca filmdeki o ufak haliyle bizi hüzünlere garkeden kahraman eğer yamulmuyorsam aliye dizisinde oynayan kahraman'dır . büyümüş de dizilerde oynar olmuştur.

    filmle ilgili son anda aklıma gelen bir dipnotta kemal sunal’ın en kısa süreli göründüğü filmlerden birisi oluşudur. sadece bir kaç dakikalık bir sahnede görünür kemal sunal. ertem eğilmezin bilinçli terchimidir bilinmez ama ağzını açışıyla bile insanları kahkaya boğan ünlü bir güldürü insanının, böylesi bir dramda bir görünüp kaybolması ve o’nun kaybolmasından sonra sanki filmin “kararması” akla şapka çıkarılacak bir yönetmenlik manevrası getiriyor ama benimki gibi hastalıklı bir zihnin ürünü bir komplo teorisi olma ihtimali de yüksek tabii.

    son olarak aslında sizlerle paylaşmak istediğim tam anlamıyla filmi çağrıştıran, filmi izleyen herkesin [özellikle çocukken izleyen] zihninde yer etmiş o muhteşem film müziğidir. filmi hatırlamak, o müziği bir kez daha duymak ve öölesine gözlerini yaşartmak, boğazını düğümlendirmek[o ne be?] isteyenlere:

cahit oben imzalı canım kardeşim film müziği:[dinlemek için aşağıdaki play butonuna tıklayın]

 

Cahit Oben - Canım Kardeşim

28 Ağustos 2006

bir sınıf altta

artık şarap şişeleri
bakıp da görmeyen hayaller
avucun içinde üşüyen ya da üşümeyen yalancı pervasız kibrit çöpleri kar etmez
ne git gide soğuyan geceler
yalnızlığın yarenliği ne ki
ne de belediye otobüslerinde camlara kusan yağmur damlaları yaralayarak avutmalar kendini
üst katta değil çünkü artık o
o yüzden bu kadar gerçek
kafiyesiz bu yüzden
ölçüsüz bilmem neden
ve dizeler halinde hala
adına şiir denemeyecek kadar duvarlaşmış bu tutsaklık
çağırın anam gelsin!
diye değil artık
bir garibin sesinden inleyen
alt sınıfta kalmışım çünkü
aslında birer birer atlıyorken sınıfları
hep sınıfta kalmışım
kapanacak gibi görünen mesafe
açılmış artık iyice
neyleyim
ben mahkumum dizelere hakaret bu haksızlığa
bu tutsaklığa
mahkumum artık ondan
bir sınıf altta kalmışlığıma


krmzskbrds

21 Ağustos 2006

bolero

birisi biri için,
bilerek,bilmeyerek,
her biçimden bir anlam,
her anlamdan bir biçim
beklemiştir giderek,
bekledi,bekleyecek,
birisi biri için.
o belki de gelecek,
belki de gelmeyecek.
birisi biri için
gelecek,gelmeyecek,
sürecek için-için,
ama hiç gitmeyecek.
hep başlayıp yeniden
ve de hiç bitmeyecek.

Özdemir Asaf


29 Temmuz 2006

Misket Bombası

ortadoğulu çocuklara...


değiştirin bari şu bombanın adını
azalsa da oynayanı
mikası enekliği kaftiği tumbası
binlerce yıldır binlerce çocuk görür
tenekeler dolusu misketin rüyasını

21 Temmuz 2006

Öykü: Öğle Paydosu

Sabah olur işine gider Hasan. Rahat iş, masbaşı. Tahsilini mükemmel şekilde tamamladıktan sonra hatırlı tabıdkların yardımıyla buldu bu işi. Sabah olur gider, demirbaş listesinde bir satır yer tutan tahta metal karışık masasının başına oturur Hasan. Hiç gitmediği ve hiç de göremeyeceği uzak kentlerin ilçelerini ezbere bilir. Pencere kenarındadır masası. En çok bu yanını sever işinin. Pencere kenarındadır masası ve gelip geçeni bol, taş kaldırımlı dar bir sokağa bakar masası. Pencereden bakar ara da bir Hasan. Ve en çok bu yönünü sevmektedir işinin. Ama farkında değildir. Sağolsun hatırlı tanıdıklar elinden tuttu girdi bu işe Hasan.

Önüne kağıtları koyarlar. Ne de çok isim vardır kağıtlara yazılı. Bir sürü de sayı. İsimler ciddidie de sayılar çok oynak, biraz hafifmeşreptirler. Çok severler sağa sola atlaıp şamata etmeyi. Mesela şurada sungurlu yazıyor. Ne kadar ciddidir Sungurlu. Pencereden bakar Hasan arada bir. Pencere kenarındadır masası. Ve şu, sokaktan geçen uzun boylu, cılız adama sungurluludur belki, kimbilir? Sungurlu'nun yanına "68" yazmışlar. Fırlayıp gitti bak 68 sokaktan geçen cılızın yanına. Her sabah gelir, masasına oturur Hasan. Rahattır ve masabaşıdır işi. Hem Hasan o odanın içinde çalışanların en ahlaklısı, en çalışkanıdır. Pencereden sokağa bakar Hasan. Cılız adam yürüyüp gitmiştir. Yılışık "68" de döndü köşebaşını adamla. Sungurlunun yanına başka bir şey yazmalı. "11" yazmaya karar verdi Hasan. İki basamaklıların en cılızı.

Hasan'ın çalıştığı odada herkes çay içer. Bir Hasan içmez. Alışmamaış zavallı. Küçüklüğünden beri hiç içmemiş. Hem ne gerek var. Odadaki diğerleri kadar çay içecek olsa sağlığına da, cebine de zararlı. Aldığı maaşın yarısı çaya gider maazallah. İyi maaş alır Hasan. Tanıdıklar araya girmemiş olsa... Kağıdın üzerinde "22"'yi gördü Hasan. Kart bir karıy benziyor diye düşündü. Sırıttı kümselere çaktırmadan. En çalışkanıdır Hasan.... O odada oturanların... Oturup da boyuna çay içenlerin. Sabah gelir işine, saniye sektirmeden. Mesai bitiminden de bir saniye önce atmaz adımını dışarı.


Pencerenin yanındaki masasında oturur Hasan. Kağıtlarda sayılar başlayınca şamataya cam dışarı, taş kaldırımlı, dar sokağa çevirir bakışlarını. Hayaller kurar. "22" kart bir karıya benziyor. Hayret, halbuki "2" taze bir kıza benzer. Az önce sokaktan geçen Sungurlulu adam amma cılızdı. "11" de cılızdır. Sungurlu Çorum'un ilçesi. Leblebisi meşhurdur oraların. Önüne konan kağıtlara bakar Hasan. Öğle paydosuna yaklaşınca saat sayıların tepişmesi artar. Bak yine kağıdın bir köşesinde halay çekiyor bazısı. Bazısı da azıtmış iyice hoplayıp kağıttan dışarı fırlıyor. Sokaktan kısa etekli bir kadın geçiyor. Bu saatlerde öğle güneşi dolar Hasan'ın kenarında oturduğu pencereden. Yine öğle oluyor. 3 ile 7, 2'nin etrafında dolanıp duruyor. Mini etek giymiş olacak 2. Ve memeleri öyle dolgun, öyle iri ki.
İki çocuk bir de karı, hergün evde bekler Hasan'ı. Evlenmeye pek gönlü yoktu ya. Anası ile mahallenin kocakarıları sağolsun. İyidir Hasan'ın karısı. Pek güzel değildir ama hakikatli kadındır. Çocuklarının anası... Hiç dırdır etmez. Her sabah Hasan'ı evden ceketini sırtına giydirip uğurlar. Hasan çay içmez ama her akşam eve geldiğinde iki üç bardak rakı içer. Hiç ses etmez karısı. Anası ile komşular sağolsun... Anası derdi zaten, güzellikte gözüm yok evinin kadını olsun benim gelinim, diye. Nur içinde yatsın. Tam da istediği gibi bir gelin buldu rahmetli.

Pencereden baktı Hasan. Rüyalara daldı. Öğle paydosu epey yaklaşmıştı. Önüne gelen kağıtların kalabalığını da azalltı Hasan. Müdür geçen geldiğinde tebrik etti zaten. Pek çalışkandır Hasan. Ötekiler gibi laklak yapmaz. Eli işte gözü oynaşta değildir. Senenin en sıcak günlerinde bile yakasından bir düğme açmaz, kravatını gevşetmez. Mesai bitiminden bir saniye önce atmaz adımını dışarı. Velakin eve de geç kalmaz. İki çocuğuyla karısı bekler evde O'nu. Eve gitsin ki bir kaç bardak rakı içsin. Kafasının içinde sayıların dansı son bulsun. Sayılar şöleni bitsin. Pencereden baktı Hasan. O odadakilerin en ahlaklısı... Kısa etekli kadın bir şey düşürmüş sokağa. Hasan'ın penceresinden tarafa bir eğildi. Memeleri fora oldu. Pencere kenarındadır Hasan'ın masası. Önüne konan kağıtlara bakar.


Git gide erttiği kağıt kalabalığından bir kağıda baktı. Ne kadar cilvelidir "2" ve ne kadar da dolgundur memeleri. "3" ile "7" nin hiç durma askıntı olduğu kadar var. Ya karısının memeleri öyle mi? Küçük ve de sönüktürler. Hasan hep bilir ki eve gittiğinde hazırdır sofrası. Kağıtlara baktı. O çok ciddi yer isimlerinin arasından bir sürü "2" Hasan'a davetkarca göz kırptı. Bir tuhaf oldu Hasan'ın içi. Bu saatlerde tepeye çıkar güneş. Pencereden tam kağıtların üstüne vurur. Masabaşıdır ve rahattır işi. Güneşin geliği yere bakarsan, artık öğle paydosu verilmiştir. Çok az konuşur odadakilerle Hasan. Yine evinin kadını, çocuklarının anası olaydı da sokaktaki kısa etekli "2" nin memeleri gibi olaydı karısının memeleri... Öğle paydosu verildiğinde yan masadaki Rahim efendi dürtükledi Hasan'ı. Güneş tam tepedeydi. Hasan tam masabaşındaki "2"lerden birinin o diri memelerini avuçlamıştı ki. Rahim efendi dürtükledi: Öğle paydosu. Hasan bu günden tezi yok, o dünyalar iyisi karısına sefertası hazırlatıp, öğle paydosuna çıkmamaya karar verdi.

14 Temmuz 2006

Borçluyuz!

onlara borcumuz var. oradaki çocuklara, kadınlara borçluyuz. tüm insanlara ölenlere, kalanlara, tüm yaşama imkanlarına saldırılmış, elektriğin suyu kesik ve hastaneleri bombalanan o insanlara yaşanacak bir hayat borçluyuz. olan bitene dur diyemediğimiz için. hadi olan bitene dur diyecek kadar güçlü değiliz. yaşananları görüp hiç mi hiç ses çıkarmadığımız için. o tanklara biz de birer taş fırlatmadığımız için. bari bakın buraya. buraya bakın.


http://www.blogcu.com/sarpdere/

Şiir:Kuş Mitingi-Adnan Yücel

Bir şiir daha kırmızısekberduş’un sesinden. Adnan Yücel’in bir şiiri: Kuş Mitingi. Ankara’nın koyu sarı sıcağında bu şiiri okumak… Neyse, dinleyin.

Adnan Yücel

"Kuş Mitingi" Şiir: Adnan Yücel Seslendiren:kırmızısekberduş

28 Haziran 2006

Çok Sıcak Yaw!!

karika için yiğit özgür’e teşekkürler

17 Haziran 2006

Ahmed Arif aramızda cam bölme


Bir şiir... kırmızısekberduş seslendiriyor, arkaplan müziği erkan oğur'a ait bir çalışma: lorik. küçük kuş anlamına geliyor bildiğim kadarıyla ve şiir çok sevdiğim "namus işçisi"nden yani Ahmed Arif'ten "aramızda cam bölme". aşağıdaki play butonuna tıklarsanız dinleyebilirsiniz.









Aramızda Cam Bölme,Ahmed Arif

yarında öss var

15 Haziran 2006

Fiberler!

Selam. Haziran ayının bu sıcak, sıkıntılı ve hep yalnızlıkla sıvanmış günlerinde hala nasıl oluyor da koruyabiliyorum akıl sağlığımı bilmiyorum. Okuyanlar bilirler, bu blog benim öykülerimi, şiirlerimi yazdığım ve kimi zaman önemli güncel gelişmelerden bahsettiğim bir... ehh... şey zula. Evet evet zula. Bu günlerde içimdekileri zulaya atacak gücü bile bulamıyorum kendimde hikmetse. Bir öykü bir şiir dediğin de ha deyince çıkmıyor. O zaman bir düşüncedir alıyor beni. Bir yazı hazırlamam lazım ya bu blog'a. Ne yazılır ki?

Sahi ne yazılır bir blog'a. Yani dişe dokunur, böyle internet denen ne idüğü belirsiz nanenin bir köşesinde kaybolmayacak, okuyanı etkileyecek,derinden sarsacak ne yazılabilir.

Bir kere bir bu bir net sahifesi. İnsanlar buruşuk bir sarı kağıttan değil yüzlerce liralık parlak ışıklı monitörlerden okuyorlar bunu. Yani sen olanca romantikliğinle, kederinle, buhranınla ya da sevincinle, coşkunla yaz. İnsan ne kadar dokunabilir senin o yollara saçmaktan korkmadığın kağıt parçalarına.

Neyse sıkıcı dedim ya bugünlerde hayatım. İlla sıkacağım şans eseri ve küçük ihtimal bu "zula"ya yolu düşmüş insancıkları. Ama böyle işte. Bu kadar gelir elden arada fiberler varken. Yoksa insan canı sıkkınsa eğer ve birileri dinliyorsa onu, belli etmemeye çalışır can sıkkınlığını. Ve unutur bir zaman sonra. Eğer onu dinleyen birileri varsa. Yani şu anda bu yazıyı şans eseri okuyan dostlar elimde değil canınızı sıkıyorsam eğer. Çünkü hava çok sıcak. Önümü göremediğim bir sis var hayatımda. Ve bizler ne yazıkki birbiribe yabancı bir çilingir sofrasının iki ucunda değil, aralarındaki mesafeyi şöyle böyle kestiremediğimiz bir fiber kablonun iki ucunda oturuyoruz. Ve fiberler data taşırlar ancak. Göğülden göğüle o görünmez yolu kuramaz fiberler.

09 Haziran 2006

World Cup 2006 başladı bile!

2006 Dünya Kupası bugün Almanya'da başlıyor. İnsanları 1 ay boyunca yeşil sahalara ve bir topun arkasında koşan adamlara kilitleyecek bu büyülü organizasyona değinmesem olmazdı sanki. Evet futbol kesinlikle büyülü bir şey ama doğla olanı mahalle arasında fukara çocuklarının oynadıkları büyülü. Üstünden sömürü yaratılanı değil. Dünya Kupası yine büyük bir neşe ve coşkuyla izlenecek ve turnuvanın açılış maçının başladığı şu dakikalarda aceleyle son olarak şunları kazıyıp gidiyorum maçı izlemeye bu kimselerin girmediği blog'uma:

ENDÜSTRİYEL FUTBOLA HAYIR!

07 Haziran 2006

Son(suz) Darbe


Ellerine yamalarla dolu gururdan eldivenler geçirmiş bir boksör gibi. Bir yumruk alıyorum günlerden. Geçen zamandan. Sarsılıyorum, savruluyorum ringin kenarına doğru. Biraz toparlanıyorum. Güç topluyorum. Gururdan eldivenlerimin yamalarına aldırmadan sıkıyorum yumruklarımı. Kaldırıyorum kolumu, toplayamamışım tüm gücümü. Sıkı darbe yemişim çünkü. Elimden geldiğince kuvvetli savuruyorum kolumu. Çok güçlü sallamışım, eldivenlerime sürten hava yamalardan birini açıveriyor. Ama boşa yapmışım hamlemi. Havayı dövmüşüm hırsla. Tüm gücümü tüketmişim istemeden.

Bir darbe daha geliyor. Hemen ardından bir darbe daha. Yamalar açılıyor. Üstüm başım perişan. Kumaş parçaları, yırtıklar. Ama tamamen kurtulamıyorum onurumdan. Gücüm tükeniyor. Ama ayaklarımı tamamen yerden kesecek kadar değil. Bir sonraki darbenin nerden geleceğini ve şiddetini çok net kestirebiliyorum artık. Belden aşağı vuruyor bazen. Hakemi yok zaten bu dövüşün. Biraz sonra gelecek darbenin çok sert ve tam da kaşımın üst yanına oturacağını biliyorum. Kısa süre bekliyorum. Geliyor. Bir darbe daha. Düşüyorum.

Kalkmak istemiyorum. Neden bu kadar mağrurum, neden kalkmaya mecburum. Düşmemle kalkmam bir oluyor. Ama titreyen ayaklarım zor taşıyor beni. Güç toplamaya vakit yok. Bir darbe daha. Yine yerdeyim. Yine kalkıyorum. Kime olduğunu bilmeden yalvarıyorum. O beni ayağa kaldıran son zerre gücüm kalmasın. Deli gibi istesem de kalkamayayım ayağa.

Ne var ki eldivenlerimin yamaları izin vermiyor. Açılmış kaşım, izi hiç silinmeyecek yaralarım izin vermiyor. İntikam için bir vuruş ve bir kerede yıkma fikri karanlığımı fırsat vermiyor. O kahrolası son zerre gücüm hiç tükenmiyor. Değil bir vuruşta yere sermek hayatın hilekar yüzünü bu hakemsiz dövüşte, elimi kaldıracak kadar bile toplayamıyorum ki gücümü. Bu sefer öyle bir yedim ki yumruğu kalkamam artık dedikten hemen sonra daha güçlü bir darbe geliyor. Sonra daha güçlü... Daha güçlü: Hepsinde ayaklarım titreye titreye geri kalkıyorum. İnattan değil, mecburiyetten. Alışmışlıktan. Ve yalancı bir mağrurlukla kalkıyorum yerden. Belki vuracağım bir fiske hayali yerden kaldırıyor beni.

Ama biliyorum o yumruğu hiç atamayacağım. Karanlıkları değil sadece kendi karanlığımı bile acımasızca yere seremeyeceğim. Yumruğu yiyip ayağa kalkmakla geçecek müsabaka. Belki de yapılması gereken bu. Her seferinde o küçük inatçı demir parçası, yenemesen de yenilme lokması boğazımda bir düğüm oluyor. Ama neyleyim her seferinde son darbeyi beklemek için, son olmasını deli gibi istediğim darbeyi yemek için bir mağrur savaşçı gibi ayağa kalkıyorum. Hayallerim vuruyor. Ben kalkıyorum. Yalanlarım indiriyor böğrüme yumruğu. Ben kalkıyorum. Son darbeyi yemek için her seferinde bu kez son diyerek ayağa kalkıyorum. Artık bu sonsuz döngüyü bitirecek bir zil sesi istiyorum.

12 Mayıs 2006

Benim de kanatlarım olsa ya!

Oturdu banka. Yorulduğunu hissetmişti nice sonra. Nice sonra acıktığını. Uykusunun geldiğini. Ziftlendiği sigaraların cigerlerini katranla nasıl doldurduğunu. Hatta midesi bile bulanıyordu artık galiba. Üzüldü. Demek artık kaybediyordu eski gücünü.

Güç dediği neydi ki. Sevda mı? Yok değil canım. Kendini kandırmıştı o. İnanç mıydı? İtikatsızın tekiydi. Böyle söylerdi anneannesi. Oturduğu bankın tahtaları kıçını acıtmıştı. Yere dikti gözlerini. “Şu taşın üzerinde yattığım zamanlar” diye düşündü. “Rahattım” diye fısıldadı. Az ötede oturmuş elindeki sopayla toprağı eşeleyen çocuk duymuştu. Acı acı gülümsedi. “Kaldırımın saçlarını okşardım” dedi sigaradan çatallanmış sesiyle. Hırıltılarına inat bir sigara yaktı.

Kuşlara baktı. Özgür filan değildi kuşlar. Onlara özenmekten vazgeçti. Varsın onun kanatları olmasındı. Onlar da bu şehrin tutsağıydı. Şehri de, kuşları da düşünmekten sıkıldı. Boyalı bir banka oturmuş olmaktan korktu. Eliyle sırtını yokladı. Talihsizliğe nasıl bu kadar kendini alıştırdığını düşündü sonra. Şaşırdı.

Güneş alnına vuruyordu. Arsız, bahar güneşi. Kafasının üzerinde dolanan bir sineği defeder gibi bir hareket yaptı güneşi kovmak için. Bulutların arasına girip, kayboldu. Peşi sıra gitti güneşin. Bulutların arasındaydı. Artık onun da kanatları vardı. Gökyüzünden az önce oturduğu banka bakıyordu. Yeni boyanmış olacaktı bank. Sırtının izi çıkmış tahtaların üstüne. “Rahattım” diye fısıldadı gökyüzünden. Toprağı eşeleyen çocuk kuşlara baktı. Sonra gökyüzüne… Göz göze geldiler. Bir zamanlar üzerinde yattığı kaldırım taşlarını görüyordu şimdi. Kaldırımın saçlarını okşardı, okşayamadığı kara saçların yerine. Gökyüzünde sigarasından bir nefes çekti. Püüfff! diye bıraktı dumanı. Duman koca bir bulut oldu. Neşelendi. Coşkuyla doldu içi. Kara saçların sahibinin yüzüne vuran güneşi kapatmıştı bulutu.

Sonra gökyüzünden de sıkıldı. Elleriyle yukarıyı gösteren anneannesi geldi hatrına. O’nun yanına gitti. Serindi ev. Gölgeydi. İki tane sinek odanın içinde birbirinin etrafında dönüp duruyordu. Anneannesi çorba yaptı O’na. Kucağına aldı. Sonra ninni söyledi. Oysa öğlenleri uyumayı hüç sevmezdi. Ama severdi anneannesini. Başı dizinde uyuyuverdi. Uyandığında öğle üzeriydi. Neredeyse hava kararacaktı. “Neden bu kadar güçsüzleştim yoksa söndü mü yüreğimin ateşi” dedi. Evden çıkmadan anneannesi zorla okudu, üfledi. Boğazına dolanan siyah saçları çözüp, uğurladı O’nu.

O kalktı. Yine kaldırıma gitti. Banka oturmadı. Sırtı boyansın istemedi. Yüzünü koydu soğuk taşların üstüne. “Rahatım” diye düşündü. Yine sevdalıyım. Kaldırımın yine okşadı saçlarını. Gözünün önüne bir güvercin kondu. “Benim de kanatlarım olsa ya” diye düşündü. Anneannesi okumuş, üflemiş boğazındaki siyah saçların düğümünü çözmüştü. Usandı kaldırımda yatmaktan. Artık güçlü değildi. Kalkarken “benim gücüm, sevdammış” diye düşündü.

Kahveye gitti sonra. Üstü başı toz içindeydi. Bir kahve söyledi az şekerli. Kahveci suratına bir tuhaf baktı. Üflediği bulut dağılmıştı. Alnına akşamın en mahsun güneşi vurdu. Aynı güneş katran karası saçların sahibinin de alnındaydı şimdi. Kahveyi içti bitirdi. Kahveciye para vermeden çıktı, gitti. Uzakta öbeklenen güvercinlere bir avuç toprak savurdu. Sopayla toprağı eşeleyen çocuk ağlaya ağlaya kaçtı. Güvercinlerin hepsi dört bir yana savruldu uçtu. Gitti en ıslak boyalısından bir bank buldu. Oturdu.

08 Mayıs 2006

Geceye Saklanan İncir

sehir Bir zafer çığlığı gibiydi sokakta olmak. Gece bomboş bir şehir sokağında. Nemli kaldırım taşlarıyla sevişmek üzerlerine basarken. O sırada rastladım incir ağacına. Karanlığın bir fısıltısıydı sanki. Dallarına çıkıp, daha olgunlaşmamış meyvelerinden yemek istedi canım. Dibine yuvalanmış cinlerin gazabına uğramak pahasına o kara incirlerden yemek. Ellerimi uzatmış koparacaktım ki, vazgeçtim. Gecenin sessiz ve yalnız tablosundan bir fırça darbesini söküp atmak istemedim. Yanından geçip gittim o incir ağacının. Ne kadar da soğuktu tüylü yaprakları.

Sarhoşmuydum. Değildim. Burnuma yağmur kokusu gelmişti de biraz.O olacak başımı döndüren. Kaldırımın kenarında duran genç bir fahişenin bacakları arasından sızıp geçtim. Farkına bile varmadı. Çok güzel gözleri vardı. Fahişe de değildi hem. Ben uydurdum kızın fahişe olduğunu. Belki de öyleydi bilmiyorum. Arkasına taktığı çocuklu gençli bir kalabalıkla Deli Kayhan geliyordu aşağılardan. Bir pala bıyığı vardı. Devasa cüssesi bir de. Önümden geçerken "Kayhan" diye "şşştt" diye seslendim duymadı. Tanımaz ki zaten beni. Bir Allah'ın delisi. Gerçekten deli olduğu da yok. Uydurmuşlar lakap. Boyuna hırsızlık yapar çetesiyle. Çetesi dediğim çoluk çocuk. Ama çevik oğlanlar vesselam. Duymadı beni. Umursamadı. Adı Kayhan bile değildi belki. Zaten deli olmadığı kesin. O fahişe kız da umursamadı beni, Kayhan da. Deli değil canım Kayhan sadece. Kız da fahişe değildi be. İkisi de umursamadı zaten boşver. İlerde kanalizasyon bacası var. Düşse ya oraya Kayhan. Şimdi çetesiyle çıkmıştır incir ağacının tepesine. İkişer üçer atıyodur ağzına kara incirleri.

Okuldan kaçtığımda atladığım duvar değil mi şu ilerdeki. Atlayıp beyaz bir bulutun üstüne düşmüştüm. Dirseğim sıranın kenarından kaymıştı. Gökyüzünde bulutlar vardı. Sevdiğim kız üst kattaydı. Bulut pencerenin içindeydi. Bu duvardan atlayıp pencerenin içindeki bulutun üstüne düşmüştüm. Bulut yumuşacıktı ama nedense dirseğim acımıştı. Bir de hela kokusu vardı burnuma gelen. Üst katta da sevdiğim kız.

Geri dönmüştüm de almadılardı beni okula. Kapıyı çarpıp çıkmıştım. Sonra peşimden koştu müdür. Gülerek kaçıyordum. Yaşlı şişman adamın alnından ter damlıyordu. Koşuşu da amma komikti. Büyük bir penguen gibi sallana sallana. Pala bıyıkları vardı. Kesinlikle deliydi. Ama Kayhan gibi değil. Kayhan zaten deli değil. Karanlığına kıyamadağım incir ağacına Kayhan çetesiyle dalıp, meyvelerini yer. Neyseki şişko müdür yok buralarda. Kökünden söküp atıverirdi ağacı. Sinek yapıyor derdi koku yapıyor. Cinleri yuvasız bırakırdı. Cinlerin gücü Deli Kayhan'a yeter zaten. Zarbolar çetesini darma dağınık etti diye geldi geçen kulağıma. İncirin cini tutmuş. Hıyar cinler. Bizim müdüre musallat olacaktınız siz. O olsaydı çoktan sökmüştü kraliçenizi toprağından. Söküp o kıçımıza batan sıralardan yaptırırdı.

Parkın merdivenlerine korkuluk yapmışlar. Kayıp indim bi ucundan öteki ucuna. Az daha kenardaki çimenlerin üzerine yuvarlanıyodum. Gerçi dost çimenlerdi onlar. Bir şey demezlerdi ya. Yeşil sıçrattılar üstüme. Sinirlendiklerinden değil. Eğleniyorlar akılları sıra. Güç bela uzadım oradan. Davet ediyorlar bir de cümbüşlerine. Yıl boyu yeşil keratalar. Dert yok tasa yok tabii ne olucak.
Panodaki reklam afişinin ucundan biraz koparayım dedim. Malum yeşil sıçrattılar üzerime haylaz çimenler. Tüm pano geldi elime. Panoyu sürdüm üstümdeki yeşile. Hepsi çıkmadı ama neyse. Panoyu savurdum gökyüzüne. Kenara düştü. Yerler yeşile kesti. Bereket kimse yok etrafta. Gece bomboş sokaklar. Bir de yağmur yağmış. Hapsetmiş herkes kendini evine. Benim evim yok mu? Var. Sokaklarda kimse yokken evde olmanın ne alemi var.

haylaz çimenler

Gündüzleri köşede dilenen adam var işte sokakta. Hem de para mı sayıyor ne? Önünden geçerken yüzüme baktı. O zaman tanıyor beni. Yüzüne bakıp gülümsedim, avcumu açtım. Bi avuç parayı boşalttı elime. Ne yapsam ki ben bunları. Annemin bakkala yollarken verdiği paranın üstüyle süt mısır almıştım da dövmüştü beni. Buralarda süt mısırcı var mıdır acaba. Hah işte şurda var. Avcumdaki parayı boşalttım süt mısırcının eline. Bir kaç tane para yere düştü, saçıldı. "Bu para çok" dedi mısırcı. Bir şey demeden yürüdüm. Dilenci de gelmiş peşimden. Mısırdan niyetlenecek oldu vermedim. Şamarı veretti suratıma. Kaçtım bende. Şu fahişe dediğim kızın yanına. Mısırı yiyecek hal kalmamıştı ki şamardan sonra. Mısırı kıza verdim. Gözleri kocamandı. Parıl parıl. Sevindi mısırı verdiğime. Güldü. Gülünce gamzeler çıktı yüzünde. Okuldan kaçarken atladığım duvarın önündeydik. Kızın arkasında müdür peydah oldu. Tuttu kızı kolundan. Götürecekti. İncir ağacının yanına koştum. Cağırdım cinleri. Gecenin bir vaktiydi. "Bir görse" dedim. "Şimdi karanlık tabi saklanmışsınız tabloya " dedim. "Bir görürse sabah olunca vallah billah keser kraliçenizi, sıra yapar ondan" dedim. Cinler geldi. Tuttular müdürü. Götüremedi kızı deli. Gözleri kocamandı kızın. Parıl parıl. Bir güldü sonra. Yanaklarında gamzeleri çıktı.




07 Mayıs 2006

Saygı Duruşu


34 yıl önce faşist cuntanın kurduğu darağaçlarına verdik onları. Anıları, kararlılıkları ve yiğitlikleriyle önümüze ışıktan bir yol çizdiler. Selamım onlaradır.


34 yıl sonrasının bir "Gülünün Solduğu Akşamı"nda da Erdal Öz'ü kaybettik. Feleğin cilvesi mi desek...Boğazımıza duran o hain yumruyla mı boğuşsak. Ağabey hoşçakal, yoldaşlara selam götür bizden.

06 Mayıs 2006

Monolog

-hayat bakire bir orospudur... gösterip de vermemek huyudur ezelden... ama bıkmadan harcarız tüm bayram harçlıklarımızı ona.

05 Mayıs 2006

toy bir kibrit


reddediyor artık
zaten hiç usturuplu ağlamamış
gözlerim ağlamayı
boşver diyor
taze bir fidan bul ve yaşat
bir kısa zaman önce çakılmış
toy bir kibriti
hissetmesende avuçlarında sıcaklığını
ve esse de rüzgarlar deli gibi
bırakma diyor yaşat
o küçücük zavallı
söndü sönecek
yalımı
sevdanın kuytularında
avuçlarında

zamansız düşler çiçeği

cebimde kırmızının en kan kızılı
baharın sevda şarkıları söylemek varken
katran cigaramda arkada bir günlük
kara bir sarhoş küfür
içimi oyan bitmez bir bela gibi
katran karası bir çift göz
değirmende öğütülen kahve kokusu da değil
aslında cebimde olmayan bir resimdeki
uğruna hiç bir şey yapmadığım
mahsun bakışların kan kızılı sahibi
yeşillenmiş yeni yaprakları buruşturması

ıslığımın deydiği bahar erkeni
aman yasaktır renkleri!
zamansız düşler çiçeğinin kızıllaşması
erken gelmemeliydi şu bahar
cebimde kara mı kızıl mı kestiremediğim
bir çift kara göz varken
erken gelmemeliydi şu zalım bahar
çalmam, yumruk atmam, olmadık düşler kurmam
ve zamansız düşler çiçeğini
öncemin bir çift kara gölge bahçesinden
söküp atmam
gerek!
sonraları bir başka düşün konusu
yolunacak bir başka çiçek
kızıl mı kara mı
bilmem sonralar hangi renk?



04 Mayıs 2006

İnandık Nazım Biz İnandık



Güzel günler göreceğiz çocuklar,

güneşli günler

göre-

-ceğiz...

Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,

ışıklı maviliklere

süre-

-ceğiz...

Açtık mıydı hele bir

son vitesi,

adedi devir.

Motorun sesi.

Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir

ne harikûlâdedir

160 kilometre giderken öpüşmesi...



Hani şimdi bize

cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,

yalnız cumaları

yalnız pazarları..

Hani şimdi biz

bir peri masalı dinler gibi seyrederiz

ışıklı caddelerde mağazaları,

hani bunlar

77 katlı yekpare camdan mağazalardır.

Hani şimdi biz haykırırız

Cevap:

açılır kara kaplı kitap:

zindan..

Kayış kapar kolumuzu

kırılan kemik

kan.

Hani şimdi bizim soframıza

haftada bir et gelir.

Ve

çocuklarımız işten eve

sapsarı iskelet gelir..

Hani şimdi biz..

İnanın:

güzel günler göreceğiz çocuklar

güneşli günler

göre-

-ceğiz.

Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,

ışıklı maviliklere

süre-

-ceğiz.....

Nazım Hikmet Ran

ALINAN KUPA BİR SİMGEDİR:

ÖENLİ OLAN İNANÇ VE MÜCADELE VE GÜZEL GÜNLER GÖRME UMUDUNU TAŞIYABİLMEKTİR

BU ALEMDE ÇARŞI SAVAŞA KARŞI DİYEBİLMEKTİR

SİZ AĞZINIZA ALMAYIN NAZIM'IN DİZELERİNİ:

YAKIŞMIYOR

03 Mayıs 2006

O an

"Altan kaçıncı uyarışım bak bu seni." Biraz kilolu, terinden bile gerilim yayan, telaşlı yönetmen kendine has yavşakça dalgacılığıyla saydı "bir" dedi, "iki"... İki eli belinde ekledi "işte böyle Altan, ikiye kadar sayacaksın" dalgacı sesine ustaca kattığı azarlama tonuyla ve biraz da bağırarak mı ne "yani iki saniye tutacaksın kameranın önünde o klaket denen naneyi". Altan'ın ansızın gözleri doldu. Süklüm püklüm oldu suçluluk duyugusuyla. Bir şeyler anlatmaya çalıştı, kekeledi, soğuk terler boşandı vücudundan. İyice ezilip büzüldü kendisini azarlayan yönetmenin karşısında. Kendinden epeyce güçsüz olduğundan emin olduğu rakibi yerden yere vurmaya devam edecekti yönetmen. Acımasız olması öğretilmişti çünkü ona ve hümanizm sadece filmleri tatlandırmak için kullanılan bir çeşniydi. Sahte bir babacanlık ve zoraki bir öğüt verme havasıyla, Altan'ın kulağına fısıldar gibi ama herkesin duyabileceği bir sesle "Dediğim gibi kamera kayda girdikten sonra iki saniye tut klaketi" dedi "yoksa çok söverim montajda anana bacına!"
Tüm set kahkahalarla gülmüştü. Altan'ın hayran olduğu oyuncular, ışıkçılar, kameramanlar hatta kameralar, ışıklar, üçayaklar hepsi birbirinin ardı sıra patlatıyordu kahkahayı. İbne yönetmen yine yapacağını yapmış, nakavt etmişti Altan'ı. Gün boyunca tüm set sürekli dalga geçiyor, gülüyordu sanki Altan'a. İkide bir dalıp gidiyor, gözleri ya kendisine gülen bir ışığa ya da katıla katıla karnını tutarak gülen bir reflektöre kayıyordu artık Altan'ın çekimler boyunca. Hal böyle olunca sık sık hata yapıyor, huysuz yönetmen devamlı kalaylıyordu O'nu.
Çekimler bittiğinde bir köşede hülyalara dalmıştı Altan. Bir gün çekeceği filmin hayalini görüyordu akşam alacasında. Bir beyazperde sanki gözlerinin önünde "bir gün çekeceği filmi" aralıksız gösteriyodu Altan'a. Başyapıtı, müstakil beyazperdesinde oynarken yönetmene sövüyordu içinden... "Ulan" diyordu "hep böyle mi oluyor bu pezevenkler". Gözlerinin önünde filmi hiç durmadan devam ediyordu. "Bir film çeksem ben de şunun gibi şerefsiz..." Olmam, diyordu içinden."Olmam, anadan doğma şerefsiz oluyor bazısı." Film yarıda kesildi. Gözleri kendisine doğru gelmekte olan yönetmene kaydı. "Ne yumurtlayacak yine bu piç kurusu" diye düşündü.

Yine batıyordu güneş işte. Akşamın karanlığının ulakları kapladı kaplayacak dört bir yanı. Hava da biraz serinledi mi ne? Huysuz zamanları bunlar toprağın, sokaklarda tuhaf bir sessizlik... Kederli aşıkların içkinin anasını bellediği zamanlar bunlar. Çöksen de, vurulmuşsan da yerden yere dimdik duracağın, gözlerin dolsa da ağlamayacağın zamanlar... Hava da biraz serinledi mi ne?
"Yarın gelme sen". Yürürken kendi kendine söylüyordu bunu Altan sürekli. "Ne kadar kolay" diye düşündü "bir insanın hayalleriyle oynamak. Şerefsiz züppe bir de diyor ki bunları al yarın gelme sen" Elindeki üç dört kağıt parayı buruşturup cebine atarken acı acı güldü. "Bir de zorlanıyormuş gibi yapmaz mı haspam, sanki ilk duyuyorum bunları... Ulan senin gibi ne yönetmenler gördüm ben." Bakkalın yanından geçiyordu, ansızın durdu. "Ya ilk işittiğimde bu sözleri vazgeçseydim tüm hayallerimden". Bakkaldan bir şişe şarap istedi "hesaplısından". Bakkal göz kırptı, tezgahın altından çıkardığı şarabı Altan'a uzatırken. Altan içinden "Siktir et" diyordu "çekeceği filmi de o pezevengi de" Bakkala döndü. "Biliyor musun" dedi "adam daha kamerayı nereye koyacak onu bile bilmiyor". Bakkal ansızın çekip giden Altan'ın arkasından bakakaldı.
Yağmur yağıyordu çıldırmış gibi... Gök gürüldüyor, kötü haberlere gebe fırtına kokusu sarıyordu heryeri. Babasının elini sıkı sıkı tutmuş bir çocuktu yağmurun altında ıslanan. Bir masal devinin taşan ırmakları, koca gölleri aşan ayaklarının hızına iki küçük ayaktı yetişmeye çalışan. Ama olmuyordu, telaşlı farkındalığa uyamıyordu meraklı çocuk ayakları. Çakan bir şimşeğin sesiyle aniden durdu içi su dolmuş küçük pabuçlar. Masal devinin ayakları yetişemiyodu bu kez minik zihnin cüce merakının hızına. Bir kaç büyük ve hızlı adım attı dev sevgili cüsenin ardından, ama olan olmuştu. Yetişememişti.
Altan çabucak yaklaştı kaldırımda birikmiş kalabalığa. Birkaç su birikintisinden atladı, tılsımlı bir makina görüntüsüne kilitlenmiş çocuk aklı, şimşek sesinin ardından deklanşörün çıtırıtısını da çoktan ayırmıştı. Fotoğraf makinesi görecekti Altan, o zamanı donduran tuhaf, tılsımlı makineyi bir daha görecekti. Yalnız bu sefer farklı, daha güçlü bir bir sihrin kokusunu alıyordu. Sanki daha önceden tanıdığı ama bir türlü hatırlayamadığı garip koku. Kalabalığı hafiçe yardı. Devlerin bacaklarının arasından gördü insan birikintisinin ortasındakini. O an tanıdı kokuyu Altan. Kan kokusuydu.
İri gözler kapandı. Görüntü dondu ve deklanşör sesi. Bir daha kapandı gözler. Bir deklanşör sesi daha ve bir daha katılaştı zaman. Açıldı gözler. Su birikintisinin içinde dağılan ve suya duman gibi ağır ağır karışan kan dondu. Ve deklanşör sesi ve kapanan çocuk gözleri. Fotoğraf kareleri kazınıyordu Altan'ın çocuk aklına. Kalabalığın, korkulu ve gördüklerini bir an evvel unutmak için can atan devlerin arasından koskoca yüreğiyle korkusuz bir cüce fotoğraf işliyordu kafasına. Kulağına tek tük damlayan dev fısıltılarını da yakalıyordu resimelerin arasına. "Yiğit adamdı". Fısıltıyla söylemişti bir söylemişti bir dev bunu. "Yine vurdular bizim çocuklardan birini". Orta yaşlı orta boylu bir devin sesiydi bu. Altan tam sıyrılan gazete kağıdının altından "bizim çocuğun" yüzünü çekecekti ki koluna sarılan güçlü parmakların çekiştirmesiyle irkildi. Babasının çekmesiyle öyle sarsılmıştı ki kanı kaldırıma yayılan ölünün yüzünü hiç göremedi. Açılıp kapanan gözleri, bir devin elindeki kocaman bir aletin fotoğrafını çekmişti istemeden. Kalabalığa karışıp uzaklaşırlarken Altan'ın kafasındaki son fotoğraf karesi bir cana karşılık alınmıştı. Bir cana karşılık kocaman bir...
Bir kamera... Şarap şişesinin ağzından dudaklarına değen buruk tadla birlikte düşünmüştü Altan. "Bir kamera...Bir kamera lazım bana". Yıllardır peşini bırakmayan mayhoş istekle buruşturdu yüzünü. Kontrolsüzce akıp giden zamanı durdurma ve ağzının kenarından akan şu şarap gibi yumuşakça akıtma isteği yine doldurdu damarlarını. Her şeyi boş verip, ta içinde, en derinlerde bu özlemi duymaya başlayalı çok zaman geçmişti. Ve kimbilir kaç kanlı yüz değmişti kaldırıma. Her yağmur yağdığında ve her kanlı gazeteyi ıslattığında sokakta, içini hiç silinmeyen bir is sıvamıştı sanki. Bu zehir, bu akıl almaz kaldırım, kan, yağmur ve hiç bilinmeyen yüzlerin kirli yığınağını temizleyecek, bu pisliği dünyaya yani ait olduğu yere kusacak tek bir yol vardı Altan için. Yıllar önce karar vermişti buna. Yıllar önce... O yanlışlıkla çektiği, genç bir ölü yüzünün karşılığında sahip olduğu koca makina fotoğrafının bir kameraya ait olduğunu öğrendiği günden beri... Artık dönüş yoktu. Çocukken gözlerinin korkusuzca ölümsüzleştirdiği kareler gerçek fotoğraf kağıtlarına basılı olsaydı çoktan bir ateşin içine negatifleriyle birlikte atar, arkasına bakmadan kaçardı Altan. Ama olmazdı. Kaçış yoktu. O fotoğraf karelerini ruhuna kazımıştı. Ruhunu da götürüp ateşe atmıştı ama yanmadı Altan'ın ruhu. Kapkara silinmez bir is olup, geldi O'nun içine sıvandı.
Yaz ortasında işsiz ve güçsüz ve aylak olmaktan daha kötü bir şey varsa dünyada o da işsiz ve güçsüz ve çaresiz insanların had safhada olduğu bir bir ülkede yaşamaktır. Yüzbinlerce işsizin harcanmaya fırsat bulamayn yaratıcı gücü samyelinin getirdiği toz gibi kaplar her yanı. Ve her biri boğulurken birbirinin ter deryasında; bazen kan, bazen irin, bazen alınteri olmayan ter ve bazen de -ki en tehlikelisi budur- geceden daha karanlık fısıltılar dökerler şehre. Şehir şişer, patlayama hazır bir ağu kesesi gibi ve artık sığmaz olur zehri içine, taşmaya uygun bir iğne deliği arar durur tüm bunaltısı sokakların.

Tetiği çeken bir polisin aklında ödeyemediği kira borcu ve karısının sabahki dırdırı vardı. Ayrıca hava müthiş sıcaktı. Silahını ateşleyenlerden bir tanesinin aklına kahvede kumar oynarken yediği dayak gelmişti. Yine böyle kavurucu bir sıcak vardı o gün. Bir tanesi açtı sabahtan beri. Bu sıcakta da bir şey yenmiyordu ki. Çekivermişti tetiği. Sonuncusu yeni polis olmuştu. Ölümden korkuyordu çok. Diğerleri ateşleyince silahını panikle basti tetiğe. Sıcaktan ve belki korkudan daha çok sırılsıklam tere batmıştı.
Namluların ucundaki boylu boyunca serildi yere. Kanı yerlere saçıldı. Engebeliydi şehrin yolları. Kanı en yakın kanalizasyon bacasına kadar hiç durma aktı.
Yağmur falan yağdığı yoktu. Üzerine gazete kağıdı örtmeyi nice sonra akıl ettiler.
Hazır...Kamera...Motor! Vizöre ilk kez gözünü dayadığında aklından hiçbirşey geçmedi. Hiçbir şey düşünmedi Altan. Usul usul çıktı kapıdan. Siren sesleri geliyordu bilinmedik bir yerlerden. Bir göz odalı kutu gibi evinin kapısını kilitledi. Avlunun dışından gelen sesleri işitmiyordu bile. Evin avlusunu çekti kısa bir sürer acemice. Lensden vizöre gelen oradan da gözüne saniyede kimbilir kaç kere gelen fotoğrafların hepsini kazıyordu beynine. Akıp giden kareler, ağzının kenarlarından sızan şarap gibi yumuşakça taşarken dışarı, sanki damarlarında kan değil, "o an" akıyordu. İçindeki o her yere sıvanmış kapkara is, ağzının kenarından akan bir kaç damla şarap gibi toprağa damlayacak ve damarlarında akan "o an" yapışıp içindeki tüm zehre akıp gidecekti sanki birazdan. Hiçbir şey işitmiyordu artık Altan.
Sakince açılan avlu kapısından, "elinde tehlikeli görünen bir makinayla 24-25 yaşarında orta boylu, zayıfça bir adam" çıktı. Sıcaklık "mevsim normallerinin üzerindeydi." Zanlı dur ihtarına uymayınca 03-380 no'lu ekipçe zanlıya ateş açıldı."
Hiçbir şey işitmiyordu artık Altan. Gözü vizörde, aklında durmadan akıp giden kareler... Polislerin dördünü de en ince ayrıntısna kadar çekti. Bıyıkları, kolları, şapkaları ve ileri uzattıkları devletin namluları... Birinin yüzündeki boncuk boncuk terle, elinde titreyen silahını aynı kadraja sığdırdı. Bir adım, bir adım daha, nakış gibi işledi. Polislerin gittikçe telaşlanan yüzlerini çekti. Sonra bir sarsıldı. Düşmedi ama, çekmeye devam etti. Bir kurşunu tam namludan çıkarken yakaladı. Yere düşen boş bir kovana baktı sonra uzun süre vizörden ve aniden bir yıldırım gibi yere yığıldı.
Yeniden işitmeye başlamıştı, yerde uzanmış kanlar içinde yatarken Altan. Ve hala görebiliyordu. Etrafına bir kalabalık toplanmıştı. Bu kez kalabalığından belinden aşağıda, yerde yatıyordu. Ve artık gözleri kapanıp açılmıyordu. Etrafta deklanşör sesi de yoktu zaten. Bir sürü kocaman kamera vardı. Altan'ın gözleri de açılıp kapanmıyordu artık. Saniyede bir dolu fotoğraf çekebiliyordu artık gözleri. Aynı şu kalabalığın içindeki son model kocaman kameralar gibi. Bir süre kimselere çaktırmadan çekti etrafı. Sonra anlamış olacaklardı ki getirip gazete kağıdı serdiler gözlerinin üstüne. Çekemiyordu artık hiçbir yeri. Olsundu, zaten akmıştı içinin bütün isi.
...Evet sayın seyir ... akılalmaz olay ... yaşandı ... dur ihtarına ... uymayan ... işte hırsızın ... çaldığı kamerayla çektiği ... ilk ve son görüntüler...
İlk ve son filmini çekmişti Altan. Ve hemen hepsi plazalarda oturup, beleşe yayınlamışlardı bu filmi. Bir yönetmen olamadı yine de Altan "onların" gözünde. O'nun için en güzel ünvanı akşam evde yapacağı kapuskayı düşünen, sarı saçlı, koca ağızlı ve bol makyajlı spiker kız bulmuştu. "Hırsız" deyivermişti. Sevindi Altan. "O an" ı kamerasıyla yakalayıp hiç bir zaman kapuska yemeyen çocuklara armağan etti.

02 Mayıs 2006

Senin Öykünün Boşlukları


Ucu iyice kısalmış kurşun kalemiyle "deli saçmaları" yazdıktan sonra oldu herşey. Kapkalın ve neredeyse okunamayacak bir yazıyla "YAZAMIYORUM!" diye bitirmişti deli saçması dediği şeyi. Balkona çıktı, sessizce bir sigara yakıp sokaklara baktı.
"Dibinde beklediğim bu kuyudan çıkışın yazmaktan tarafa düştüğünü sanıyordum uzun zamandır. Çıkmıyor hiçbir yere. İnsanların çok derin olduğunu düşünüyordum. Değiller galiba. Hep sıradan insanların "derinliğine" dair hikayeler yazdım ve basit görünen yüzlerden, silüetlerden farklı ve asil öyküler çıkacağını savundum durdum ona buna... Ben kim oluyordum ki... Nereden biliyordum insanların göze görünenden farklı olabileceğini? Bitti işte. Yazar olmak -ya da yazıyor olmak- böylesi içten içe övünülebilecek bir şey miydi ki sanki? Sıradan insanların farklı yaşamlarını anlatmaya kendimi adamış ben, bunca zamandır kendi sıradanlığımı nasıl oldu da fark edemedim?"
Uzun balkonunda bir aşağı bir yukarı yürüdü bunları düşünürken ve hızlı hızlı içti sigarasını. Delirmekten korkuyordu böyle zamanlar. Ansızın... Geceleri tuhaf düşünceler kapladığında benliğini... Ansızın... Kaldırıp tüm yaşamını, hiç yaşanmamış gibi şu uzun balkondan aşağı atmaktan korkuyordu. Tıpkısının aynısı bir portre çizemeden, anlamı kendinde saklı karartılar çizmeye başlamış bir ressam gibiydi. Dengesini bozacak kadar renklerin, oynuyordu onlarla.
"Kimselerin doğru düzgün okumadığı bir çağda yazar olmak da neyin nesi hem? Bir de içten içe hep övündüm durdum bununla ha. Birilerinin yazılarımı okuyacağı günleri düşledim durdum. İnsanların okumaya artık ihtiyacı kalmadığını ve yazmanın de ilkel bir uğraşı olabileceğini hiç düşünmemiştim. Şimdi düşünüyorum ama... Hem benimki gibi yazarlık anlamsız ve gereksiz de."
Sigarasını söndürmeden, karanlığa doğru savurdu. Rüzgar kendinden yana esiyordu. Ufak ateş parçaları üzerine savrulup yaktı orasını burasını. (Tam burada öykü yazarı yatırıp uyutmayı düşündü balkonda sigara içen adamı, vazgeçti.)Balkonda, eli boş düşünmeye devam ediyordu.
"Neymiş efendim, bir insan görüyormuşum, bir yüz, hareket, kimi zaman bir karaltı. Sonra o basit ve tekdüze yansımadan başkalarının göremeyeceklerini görüp, bir öykü çıkarıveriyormuşum. Basbayağı yalan, uyduruyorum işte. Hiçbir şey gördüğüm de yok diğer insanlardan başkaca. Budalaca kendimi de inandırdım durdum bu saçmasapan düşe."
Şehrin bomboş sokaklarından birine baktı.
Herkes uyuyordu, ama şehirde hiç sönmeyen bir kaç ışık da vardı. (Yazar burada duraksadı, adama ne yaptıracağını bilemedi, kendi yatıp uyumayı düşündü, vazgeçti.) Bir sigara daha yaktı. Bu gece de güneşin doğuşunu buradan izleyecekti galiba. Çıkış yolunu yitirmişti. Uyumak için önce biraz yazması gerekliydi, ama bu mümkün değildi şimdi. Sigarasından derin bir nefes çekti.

"Misal bir simitçi gördüm sokakta. Hüzünlüydü gözleri... İşte yalanlarımla doldurup, kirletmeye uygun bir insan yüzü yazarım şimdi... Yok efendim simitçinin köyde sevgilisi varmış da eskiden... Bir de yaşlı olsun simitçi... Yıllar önce yitirdiği sevgilisine hayıflanırmış simit satarken... Ulan hıyar, düpedüz uydurdun işte. Sokakta simit satarken hüzünlü bakan adam yaşlı değildi bir kere. Hem sevgilisine kederlendiğini ne bildin. Büyük ihtimal hasılatı kurtarmadı bugün sattığı, ondan böyle öksüz gibi bakıyor. Ya da ne bileyim, belki de anası hasta."
Kendi kendine hiddetlendi. Ardı arkasına bir kaç kere öksürdü. (Niye öksürttüm ki adamı diye tam burada düşündü yazar.) Sisin içinden güçlükle ışıyan aya baktı. Öksürüğü kesilmişti. Bir şey aramıyormuş gibi yapan gözlerini yine yollara dikti.
"Ne hakkım var be! Gri insan silüetlerinin içini öyle cascavlak, yapış yapış boyayla doldurmaya. Küçükken boya kitaplarım vardı birkaç tane. Annemden az papara yemedim o zaman da "neye ağacın içini çingan pempesiyle doldurdun" diye. Şimdi azarlayan da yok. Ne biçim utanmazca, arsızca dokunuyorum insanların namahremine. Hiç bir etkileyiciliği olmayan basit suretleri, ilgi çekici figürlere dönüştürüyorum, ama niye herşey enteresan,gizemli ve merak uyandırıcı olsun ki. Bırak simitçinin gözlerindeki hüzün, simitçinin gözlerindeki hüzün olarak kalsın."
Gözleri artık rol yapmayı bırakmış, telaşlı bir çabuklukla tarar olmuştu boş sokakları, "sıradan bir an" yakalamanın umuduyla, ama kulaklar daha çabuk davrandı. Ta uzaktan gelen basit meyhane şarkısını tanıdı adam. Gözler hemen, sesin yaklaşmakta olduğu yöne baktı. Ses yaklaştı, yaklaştı. Bir bölümü görünen yokuşun başında arabanın belirmesiyle kaybolması bir oldu. Gecenin bir vakti, herkesler uyurken, karanlığın içinden sesi sonuna kadar açılmış bir teyp, eski ama tanıdık bir meyhane şarkısı ve arabayı kullanan insan... Gözler aradığını bulmuş -hoş, arabayı kullananı görememişti bile- kulakların duyduğu da işin tuzu biberi olmuştu. Elinde yarılanmış sigarayı bir hışımla savururken küller yine elini yaktı. Anında içeri fırladı. Uzun zamandır açmadığı kurşun kalemini, uzun uzun açtı adam. İlk bir kaç cümleyi hızlı ama çok muntazam, okunaklı yazdı.
"Ne yapıyorum ben yine. Arabasındaki teybin sesini sonuna kadar açmış yolları arşınlayan adamın öyküsündeki boşlukları dolduracağım. Hadi oradan, neymiş onun öyküsünün boşlukları? Sen kendi öykündeki boşlukları, hadi onu geç "kendi öykünü" biliyor musun ki? Yani şimdi, biraz önce seni öyle balkonda sigara içerken gören, senin gibi bir gerizekalı "senin öykünü" yazmaya oturduysa... Nasıl dolduruyordur acaba senin boşlukları." (Öykünün yazarı "kendi öykü karakterimizden de hakaret işittik ya, artık yatıp uyumanın vakti geldi" diye düşündü tam burada. "Şu tuhaf herifi de yatırıp uyutayım da, daha çok söver sayar yoksa bu bana.")
Bir an duraksadı. Kalemin ucunu deftere bastıra bastıra eritip, kalınlaştırdı. Yazmaktan vazgeçti. Kalktı ışığı söndürdü. Koltuğun üzerine uzandı kaldı. Uyumuştu.